Müzikte Yeni Bir Tarz : Samimiyet

Son zamanlarda popüler kültüre ait olmayan ancak yavaş yavaş bazı çevrelerce moda haline gelmeye başlayan bir müzik tarzı oluşmakta.

Çünkü İnsan...

Söyledikleriniz beni cezbetti doğrusu. Ama bu ülkede günler Neşet Ertaş ile biter. "Cahildim dünyanın rengine kandım" der her akşam ve ...

Kalbim

"dayanmak artık kolay değil bırakacak gibisin yarı yolda, kalbim"

Evren Bozması

üyük ev ablukada'nın en vurucu sözlere sahip 2 şarkısından biri "evren bozması". Diğeri de "en güzel yerinde evin" ama onla ilgili değil tabi bu yazı, "yakınlarda bir gezegende unuttuğum tüm şeyler"le alakalı.

"F Tipi" Filmi Hakkında...

devrimciler gidip filmde sıkılırken, filmden çıktıktan sonra "mutlaka izleyin bu hikayeler gerçek, f tiplerinde olanları görün" falan diyebilirler ama çok net biliyorum filmde sıkıldılar. çünkü evet anlatmak istenilen şey güzel ama ortaya çıkan şey değil.

15 Aralık 2013 Pazar

Kendimi Koşturacak Değilim - 15

Büyük bir savaşın sonu gelmiş gibi. Geniş bir caddede yürüyorum ve etrafımdaki binaların hepsi viran halde. Sokaklardan alevler yükseliyor. Cadde, kan; kaldırım kenarları, ceset dolu. İsmimi hatırlamıyorum, sanırım savaş bana da vurmuş, hiçbir şey hatırlamıyorum. Sanki dünyaya şuan geldim. Sonunun geldiğini varsaydığım bu savaşta ölen taraf mıyım yoksa öldüren mi, bilmiyorum.

Ölü bir kedi görüyorum sokağın ortasında. Bir köpek, vücudundaki mide bulandıran yarayla beraber inleyerek geçiyor sokaktan. Karnındaki çocuğuyla beraber can veren anneler, camları dökülen binaların içinden belli oluyor. Ölüleri dikkatle inceliyorum, askere benzeyen genç ölülere rastlamadım henüz. Sanıyorum sivil bir alan bombalanmış. Peki ben? Ben kaç yaşındaydım?

Kuytu bir sokağa girip yürümeye devam ediyorum ve aniden biri bana doğru koşup koluma girerek beni bir binaya sokuyor. "Saklanmalıyız" diyip elime bir resim tutuşturuyor. "Aranıyoruz" diyor. Yüzümü ilk kez gazeteden koparılmış bir sayfada görüyorum.
"Haberin tamamı nerede?" diyorum. Önce biraz şaşırıyor ama sonra kafatasının düştüğü yerin kan gölüne bulandığı bir adamın elinden gazeteyi alıp bana veriyor. Bir sayfa tamamen bize ayrılmış durumda. Ben dahil üç kişinin fotoğrafı sayfanın en üstünde ortalanmış şekilde duruyor. Sanırım önümüzde kanlar içinde yatan kişi, üçüncü kişi. Hemen sol tarafta hain olduğumuzu kanıtlayan sekiz adet belge konulmuş. Sağ tarafa ise 'Görüldüğü yerde öldürülmeliler' başlığı konulmuş. Yazıda 'düşmanla işbirliği yapan' diyor, 'eski köşe yazarımız' diyor. Sanki göğüs boşluğumdan başlayarak bir ateş bütün vücudumu kaplıyor bir anda. Derken diğer 'hain' elime bir tabanca vererek "al abi, lazım olacaktır" diyor.

Eğer gazete doğru söylüyorsa, hafızamı kaybetmeden önceki halim bir katil. Hem de buradaki tüm canların yitirilmesine sebep olan bir katil. Peki ya doğru değilse? Buna emin olmalıyım. Etrafta uçuşan tozlar nefes alıp verişimi zorlaştırıyor ama tozların sayesinde binanın içinde biri öksürmek zorunda kalıyor. Arkadaşıma "sen kal" diyerek, sesin geldiği tarafa doğru yöneliyorum. Hemen üst katta, boylu boyunca yere uzanmış bir kadın, bir kez daha öksürüyor. Yanına eğiliyorum. Güç bela kendini doğrultarak suratıma tükürüyor. İçimde bir sinir birikiyor ama bu sinir karşımdaki kadına değil. Tükürük gazetede ifşa edilen adama gelirken şuan bunu ben hissediyorum. Kadın, suratıma iğrenerek bakarak:
"Üç kuruş uğruna kandırıldınız. Şimdi kentin her yanı sizin yüzünüzden dökülen kan kokuyor. Şerefsiz köpek!" diyor.

Sanırım gazete haklı. Alt kata inip gazeteyi bir kez daha alıyorum elime. Haberi baştan sona okuyorum. Eskiden köşe yazarı olduğum bu gazetede yaptığımız düpedüz sahtekarlıkmış. Gazete bundan dolayı özür diliyor. Tabi bu özrü gazetenin yeni sahibi yapıyor. Eski sahibi olan babası vicdan azabına dayanamayıp intihar etmiş. Biraz düşünmek için pencereye çıkıp dışarı bakıyorum. Duvarlarda birçok slogan yazılı ve genellikle "Medyaya son ver" gibi sloganlar mevcut. Olayı tam olarak bilmesem de artık suçlu olduğumu yavaş yavaş anlamış durumdayım. Hiç düşünmeden arkamı dönüp arkadaşımın yanına gidiyor ve tabancamı suratına doğrultarak tetiği çekiyorum.

Ben hayata sadece iki saatliğine geldim. Şimdi bütün bu ölümlerin sorumlularından birini, bir katili öldürmek için üçüncü saatimi görmemem lazım. Yani artık namluyu kendi ağzıma doğrultma zamanım.

Kendimi Koşturacak Değilim - 14

Şimdi tüm insanlığın dilinden konuşuyorum. Havalar soğudu mesela, bugün iş çok yorucuydu. İşten eve dönmenin sıradanlığını yaşıyordum yine. Otobüsten indim, biraz yürüdüm ve metroya ulaştım. Dün bir şiir kitabı beğenmiştim Kadıköy'de ve bugün cebimde dolaşıyordu. Metroda sırtımı kapıya verdim ve cebimden kitabı çıkardım. Rastgele açtım bir sayfasını.

"Aşkın diliydi
Aramızdaki dil"
diye başlayan bir şiir çıktı karşıma. Durdum. İnsanlara baktım, kapılara baktım, sonra tekrar insanlara baktım. Bu şiiri burada okumak garip bir deneyimdi. Aramızdaki dil, insanlığın diliydi. Buradaki kimseyle özel bir iletişim tarzı kuramayacağımı biliyordum. Bir sonraki durağa vardık, kapılar açıldı, kapıların dışına baktım. Kitap aynı vaziyette elimde duruyordu. Bir durak daha aynı şekilde durmaya ve etrafıma bakınıp düşünmeye devam ettim. Sonra okumaya devam etmeye çalıştım ama gerisini anlamak bana düşmezdi. Çünkü havalar soğudu ve bugün iş çok yorucuydu. Aklım artık ineceğim durağa varmaya kitlenmişti.

Metrodan indim ve eve doğru yürümeye başladım. Etrafımda reklam panoları vardı ve hepsi farklı olup fark yaratmaktan bahsediyordu. Yürümeye devam ettim, bir kadın yolun kenarında oturmuş göz kırpmaksızın karşıya doğru bakıyor ve sigarasınının son nefesini içine çekiyordu. Kadının odaklandığı tarafa doğru döndüm, bir şey yoktu. Eli yüzü biraz kirliydi, üzerindeki yeşil parkanın kapüşonuyla kafasını örtmüş ve burnundan aşağısını kalın bir kaşkolla kapatmıştı. Öylece karşısına bakıp kendi kendine bir şeyler konuşuyordu. Merak edip onun olduğu kaldırıma geçtim ve yanından yavaşça yürüdüm. Onu geçer geçmez arkamdan "Sigaran var mı?" diye bağırdı. Cebimde bir tane içi dolu, bir tane artık sonu gelmiş iki paket vardı. Çıkardım ve içerisinde iki dal kalan paketi ona verdim.

"Bu senin mutlu olmana yetiyor mu?" dedi, ben arkamı dönmeye kalmadan.
Biraz şaşırdım doğrusu, ne demek istediğini de pek anlamadım ama artık böyle şeyler bende heyecan ve telaş yaratmıyordu. Ayrıca insanlar arasındaki iletişim tarzına takmıştım bir kere. Ona döndüm ve "içimi bilmiyorsun" dedim. Sonra yine arkamı dönüp evime gitmeye yeltendim. Derken, ona verdiğim sigara paketini alıp ayaklarımın önüne fırlattı ve cebinden kendi sigarasını çıkartıp yaktı. Durdum ve hiçbir şey demeden suratına baktım. Sigarasından iki nefes çektikten sonra bana döndü:
"Demek içini bilmiyorum he?” dedi ve alaycı bir şekilde güldü. Sanki hakkımda bir şeyler biliyor gibiydi. Biraz duraksadıktan sonra devam etti: “O yüzden mi sana bu sigara oyununu oynadım? İyi, evine gidip televizyona b… ”

"Dur, dur" dedim ve kaldırımın kenarındaki sigara paketini alarak yanına oturdum. Önce bir süre yolun kenarından geçen arabaları seyredip düşündüm. Sonra dönüp gözlerine bakmaya başladım. Zeytin gibiydi gözleri. Bir anda aklıma geldi. Bir sonraki dizede "sözlere dökülmedik" diyordu. Şimdi ben de bana söylenilen şeylerin devamına ihtiyaç duymuyordum. Hava da soğuk falan değildi zaten, üzerimdeki yorgunluk gitmişti. Kaşkolunun içinden burnunu çekiyordu, elleri cebindeydi. Yüzünde genel bir nefret belirtisi olsa da gözlerinde hüzün anlaşılıyordu. O güzel gözlerin daha fazla hüzünlü bakmasına dayanamadım ve "Demek bunları ikimiz de biliyoruz" dedim, "O zaman çabucak geçelim bunları, çay mı içersin bira mı?"

Gülümsedi, gözleri parlıyordu. İlk gördüğümde soğuktan kaskatı olmuştu ama şimdi vücudu başka dillere kapalıydı. Sonra eve gittik, çay da bira da içmedik. Önce kahveyle, sonra birbirimizin vücuduyla ısındık. Duş aldıktan sonra benim kıyafetlerimi giydi. Yatağa girerken giydiğim kıyafetlerin bu kadar güzel oluşunu şaşkınla karşıladım. Sonra dvd arşivime bakıp, kitaplığımda göz gezdirdi. Eline bir kitap aldı, yanına sokuldum. Çok eskiden okuduğum bir kitaptı ve altı çizili yerler vardı. Tesadüfen bir sayfa çevirdi ve 128.sayfa açıldı. Şöyle yazıyordu:

"Temmuz 23'ün yanına yalnız iki kelime yazılmıştı: 'Onu seviyorum'. Buna da inanmadı. 'Yalan! beni sevseydin o günün 23 Temmuz olduğunu bilmezdin.'"

Evet, artık başka bir dilin var olduğunu biliyordum. Belini kavrayarak boynuna bir öpücük kondurdum. Kitabı yerine bıraktı ve “film izleyelim” dedi.
“Olur” dedim, “izleyelim”.

2 Aralık 2013 Pazartesi

Kendimi Koşturacak Değilim - 13

Acılarımızı yaşamaya yetmiyor artık günler. Acılarımızdan kurtuluşu sunmuyor bize yarınlar. Rakı dolduruyoruz gecelere, bir duble, iki duble, üç duble... Bir şeyler içimize doldukça doluyor. İçimizdekileri dökmek için oturduğumuz masalardan biraz daha birikerek kalkıyoruz. Acıyan taraflarımızı tüketemiyor ve yarına bırakıyoruz. Artık acıları bile taksit taksit yaşıyoruz. Sonra, ben sabah erken saatte uyanıp aldığım eşyaların taksitlerini öderken, içinde bulunduğum saçma durumdan sıkılıp, yapmak istediklerimi anımsıyorum. Seni sevişimi anımsıyorum yani. Ardından fatura ödemek için girdiğim sırada boş beyaz duvarlarlara layık bir şekilde boş boş bakarak bizi hayal ediyorum. Biz bu dünyaya müşteri olmak için gelmişiz, orası kesin. Bak artık ekonomi falan konuşur oldum. İstersen bugünkü köşe yazılarından da bahsedeyim. Ama dur, biz bu yüzden mi varız dünyada?

En insani duygularımızı kovduk bu şehirden. Beton bir yalnızlığın ta kendisiyiz artık. Baksana etrafına, bu muydu yaşamak dediğimiz şey? Kediler bile miyavlamayı kestiler bu şehirde. Biz oturmuş aşk umuyoruz en ilkel hislerimizle. Oysa ilkelliği yitireli uzun zaman olmuştu sevdiğim. Bizler yitiyoruz yavaş yavaş. Taksit taksit yapıyoruz bunu da. Oysa ben bir anda dökmek istiyorum sana kendimi. Çünkü bir anda olur en güzel şeyler. Gözlerinin içindeki yaşam gücü bir anda sarmalı bütün dünyamı. Oysa bu kadar basit bir şeyden bile çekinir olduk. O kadınlara, bu adamlara yaptığımız kötülükleri hiç çekinmeden yaptık halbuki. Anında unuttu bizi üzenler. Bu çağda insanlık bu mu yani? Ben buna karşı gelerek seviyorum artık seni. Ama işin kötüsü, içimdeki isyanı küfre çok kolay dökebiliyorken, içimdeki sevgiden tek kelime dahi edemiyorum sana karşı.

Her gece bu karanlığa karşı bir mum yakabilmek için bekliyorum gece geç saatlere kadar. Biliyorum, mum ışığında bir sevişme unutturacak bu duvarların dışındaki dünyayı. Ama acılarımız diyordum değil mi? Yarınların artık umut vermediğinden ve düşler sokağının adresini unutuşumdan bahsediyordum. Gerçeklere esir kalışımızdan ve yalnız girdiğimiz, uyumakta güçlük çektiğimiz yataklarımızdan bahsediyordum. O mumu bu gece yakamayacağımızı ve saf ışığının altında bedenlerimizin kavuşamayacağını bilerek başlıyorum artık her güne. Hayaller tükeniyor artık taksit taksit. Peki, iyi tamam ama söylesene, bütün bu boktan gerçekliğe karşı hayallerim olmadan nasıl yaşarım ben?

Müzik Üzerine

Evrimsel olarak insanda, diğer canlılara göre daha büyük bir gelişim gösteren duyular işitsel ve görsel duyulardır. Bu yüzden insanların yapmış olduğu sanat genellikle bunlar üzerine kuruludur. Mesela bir kuşun sanat icra ettiğini düşünürsek eğer, bu kuvvetle muhtemel işitsel olarak icra edilecekti. Bir köpeği düşünürsek yine, koku duyusuyla icra edecekti sanatını. Veya bir yarasayı düşünelim, ses dalgalarıyla yapacaktı bu işlevi. Bir kuşun avlanmak veya çiftleşmek için çaldığı ıslık belki de o türün sanatıdır ama diğer canlılar üzerine böyle bir şey söylenebilir mi bilmiyorum. Kesin olarak bildiğimiz şey ise insanlığın sanatı.

İnsanın ürettiği sanat dalları arasında müziği ayrı bir yere koyacağım. Schopenhauer bunu seneler önce yapmış zaten ama biz özetini geçelim. Onun bakış açısıyla anlatırsak, mesela heykeltraşlık veya ressamlık veya şiir; bunlar bize daima bir olguyu gösterir. Mesela "ağlayan bir çocuk" gösterir bize. Ama Schopenhauer diyor ki, müzik "çocuk ağlaması"dır. Bize bir olguyu gösteren sanat alanı değil, olgunun ta kendisidir. Bunun sebebi de işitsel algımızın çok gelişmiş olması. Müzik, gülmektir, ağlamaktır, sevmektir, aklımıza gelen bütün hislerimizdir. Bu hisleri birebir yaşamaktır.

Örnekleyecek olursak, Mezopotamya üzerine ilkokuldan beri birçok şey okuduk ettik. Şiirlerde gördük, filmlerde gördük, edebiyatta gördük, resmini gördük, tiyatroda oyununu izledik vs. vs. Ancak bunların hepsi bize Mezopotamya'yı göstermekle yetindi. Yazının tam burasında, Fazıl Say'ın Mezopotamya Senfonisi'ni açıp dinleyin. Mezopotamya'nın kederini, ağıtını, ağlamasını, yakarışını o senfonide bulacak ve hissedeceksiniz. Senfoni boyunca Mezopotamya'daki hissi bileceksiniz. İşte müzik, bu yönüyle diğer sanat dallarından ayrılır. 

Yani müzik, duyguları size göstermez, ifade etmeye kalkışmaz, dosdoğru olarak duyguları yaşar. Bu yüzden müzik, insanlık açısından birçok şeyi belirlemede bize yardımcı olabilir. Bugünün müziğine bakarsak, duygulardan ne kadar yoksun olduğumuzu görebiliriz mesela. Kapitalist bir mantık çerçevesinde, müzik sanat olmaktan çıkıp eğlence sektörü haline de geldi ayrıca. Mesela, okuduğum üniversitenin kantininde birgün Powertürk açıktı. Masamızda herkes televizyona bakıp saçma sapan bir şarkının seksi klibini izledi. Şarkı bittiğinde çok basit bir soru yönelttim herkese. "Şarkıda geçen bir cümle söyleyebilecek olan var mı?" Kimse söyleyemedi. Ama baştan sona herkes dinlemişti.

Yani biz burada en temel olgumuzu kaybediyoruz belki de. Müzik, herkesin yapabileceği iş değildir. Şarkıda hiçbir olguyu yaşatamayanlar, bunu klip yöntemiyle yapmaya çalışıyor ama durum şu ki; dinlediğimiz müzik bize bir hissi yaşatsa bile, klip bu hissi köreltecektir. Çünkü herkes farklı şeyler hisseder ancak klip o hisleri belli bir kalıba oturtur ve hikayeyi bize direkt olarak "gösterir". O yüzden klipler, müzik için en tehlikeli olgudur. Müzik için tehlikeli olan herhangi bir şey ise insanlık için tehlikelidir. Çünkü aynı zamanda bu yolla düşüncelerimizi ve hislerimizi belli bir kalıp içerisinde yaşamayı öğreniriz. Bu yüzyılda dikkat ederseniz, her şeyi bize gösterildiği gibi yaşadığımızı ve her şeyin gösterişten ibaret olduğunu görmekte zorluk çekmezsiniz. (Ayrıca işitsel ve görsel alanlarda subliminal mesaj tekniği de çok tehlikelidir. Ancak bu çok daha uzun bir tartışma konusu.)

Tabi her klip kötü değildir. Mesela Duman, bir söyleşisinde kliplerde hikaye anlatmadığını ve sadece performans gösterdiklerinden bahsetmişti. Doğruluğunu tartışamam ama sadece söylem olarak bakılırsa bu tarz klipler binevi daha az sorunludur. Yada hayal dünyanızı kısıtlamayacak kliplerde de bahsettiğim sorunlarla karşılaşmazsınız. Mesela kosmosu gösteren bir klip... Ancak size bir hikaye sunan her klip, sakattır ve insanlık için tehlikedir.

Uzun lafın kısası, sizi siz yapan yönerinizi iyi idrak edin ve bunların körelmesine izin vermeyin. Müziği yaşayın, size verilen ve gösterilenle yetinmeyin. Haliniz öyle olursa, yaşadığınız hayat sadece "başkalarının hayatı" olacaktır.

Facebook sayfasındaki yazının linki

15 Kasım 2013 Cuma

Kendimi Koşturacak Değilim - 12

Birkaç gündür bu bara geliyorum. Eve gidesi olmuyor insanın, yaşamak istiyor, bir şeyler olsun istiyor. Çünkü bomboş geçiyor günlerim. Ben de bu bara geliyorum o yüzden. Yine de pek bir şey olduğunu söyleyemem. Hatta hiçbir şey olmuyor demek daha doğru. Ama düşününce, sarhoş birkaç insanın yanında bir şeylerin olma ihtimali daha fazla. Şimdilik, her zaman bana kalan rolü yerine getiriyor, olan biteni gözlemliyorum.

Birkaç gündür dikkatimi çeken bir adam gelir buraya hep. Barmenle biraz konuşup, tek başına takılır. Hiç tanışmadım ama bana çok yakın biri olduğu kesin. Arada bir telefonu çalıyor ve bundan inanılmaz bir huzursuzluk duyuyor. Başına gelen her şeyi oflayıp puflayarak karşılıyor. Hiçbir şey istemiyor artık hayattan. Ama bence bu adamın görüntüsü, onu anlatan asıl durum değil. Muhtemelen kırklı yaşlarında biri. Yine muhtemelen evli ve çocukları var. Bana kalırsa o, artık hayatında hiçbir şey olmayacağını kavramış durumda. Yeni hiçbir şey olmayacak, her şeyi belli bir düzen içinde ve her gün aynı şeyleri yaşıyor. Başına yeni bir şeyin gelmeyeceğine kendini bu kadar inandırdığı için de, artık hiçbir şey beklemiyor. Her şeyi elinin tersiyle itiyor.

Ben buraya bir şeyler olsun diye gelirken, o bir şeylerin değişmeyeceğini bilerek, hiç değilse kendi kafamın içindekilerle beraber birkaç bira içeyim diyerek geliyor bu bara. Kısacası benim gelecekti halim gibi hissediyorum ve tarif edemeyeceğim bir yakınlık duyuyorum.

Hergün gelip birkaç bira söylerdi ama nedense bugün gelmedi. Nedenini ikinci biramın sonunda öğrendim. Adamın biri geldi ve barmene, “Koray abi dün gece intihar etmiş, haberin var mı?” diye sordu. Barmen çok şaşırdı, bense kenarda gülümsedim. Neden gülümsediğimi tarif edebilir miyim bilmiyorum ama bu duruma üzülmedim hiç. Yapılacak bir şey yoktu çünkü. Zaten ölmüş bir adam, bu duruma daha fazla katlanamamıştı. Zaten hiçbir gün buna katlanamıyor ama bir şekilde devam ediyordu. Kısacası, asıl üzülmemiz gereken mesele seneler önce olmuştu zaten, dün gece değil. Benimse etrafta tanıdığım kimse olmadığı için, sahte bir üzüntü göstermem gerekmiyordu. O yüzden sadece gülümsedim.

Dedim ya kendime çok yakın hissediyordum. Gerçekten sonum böyle olacaksa, yaşamayı ben de istemezdim. Yaşamak derken, nefes alıp vermekten bahsediyorum. O yüzden bu intiharla beraber kendimle olan bağlantım daha da kuvvetlendi. Bir şeylerin olmasını artık daha fazla istiyorum. Arkamdan duyulacak sahte üzüntüler bir yana, arkamda kalacak hiçbir şeyle ilgilenmiyorum artık. Sadece yaşadığım şu zaman içinde bir şeylerin olmasını istiyorum ve bunun için bir bar köşesinde, hayatın bana bir şeyler sunmasını beklemektense montumu giyip buradan uzaklaşıyorum. Şimdilik ne yapacağımı bilmiyorum ama bekleme salonu yalnızlığı artık canımı sıkmaya başladı. Kimbilir, belki sarhoşluk yetmiyordur. Hepimizin delirmesi gerekiyordur belki de.

Gündem Üzerine - 15 Kasım 2013

5 ay önceki Gezi Direnişiyle ilgili yazımda şöyle bir paragraf yer alıyordu;

"Tayyip 11 senelik iktidarlığı boyunca çok güç topladı. Aslında gezi parkı'nı yıkarak yapmak istediği şey de bu gücün bir temsili. Bunu anlamak için de buraya tıklayarak makaleyi okuyunuz. ABD bu tip mevzularda hiç boş durmadı ve gücü eline almış her türlü iktidarı kendi yönettiği devrimlerle indirdi. Son yıllardaki vaziyete baktığımızda bunu anlamak zor değil. ABD ve Gülen cemaati ifade özgürlüğüne önem verdiğini söylüyor, AKP içindeki cemaatçi tayfa "mesaj alınmıştır" diyor ancak Tayyip her konuşmasında daha sert konuşuyor, hem çapulculara hem de "dış mihraklar"a kafa tutuyor. İşte buradaki güç savaşını doğru algılamak gerek. ABD'nin bu olaylarda bir taraf olduğu aşikar. Benim en büyük korkum direnişin -tabiki de istemeyerek- buna hizmet etmesidir. Açıkçası Arınç'ın ve Gül'ün açıklamalarından almış olduğum alt mesaj pek iç açıcı değil. ABD gücü eline alan bu tip "diktatör"leri tahtından indirmiş, halkın eline vermiştir. Yakın tarihte bunu gördük. Demokrasinin olmadığı yerlere demokrasiyi götürmüştür. Arınç ve Gül'ün konuşmalarından aldığım alt mesaj da - bu tabiki benim düşüncem- tıpkı Mısır'da ordu tarafından gücün devam ettirildiği gibi, Gülen Cemaatinin -el değiştererek- gücü tekrardan kendi eline alma çabasıdır. Tabi burada bir diktatör feda edilerek halkın gözü boyanarak güç yenilenecek yada el değiştirilecek. "

Burada bahsettiğimiz olaylar sırasında Bülent Arınç görevinden istifa etmişti ancak daha sonra Gül'le yaptığı konuşma sonrasında bunu yalanladılar. O günlerde bunu bir gazeteci yazdı ama bugün kendi özgül ağırlığından taviz vermeyip doğru bildiği yolda ilerler gibi gözüken Arınç, o gün o haberi hiç çekinmeden yalanlayıp o gazeteciye iftiralar atmıştı. Daha sonra Fethullah Gülen ile ABD'de bir görüşme oldu ve bu görüşmeye AKP'den giden isim Arınç'tı. Taraflar artık çok daha netleşiyor. Özellikle kızlı-erkekli tartışmada Tayyip iyice ülke insanını bölüp kendi tarafını belirlemeye kalkıştı.(ayrıntı için; bknz. https://eksisozluk.com/entry/38142894) Kuşkusuz çok güçlü ve kendisine sadık bir kitlesi var. Ama unutulmamalı ki, onun bu ülkeye başbakan olma sebebi Büyük Orta Doğu Projesidir.

Şimdiyse Tayyip ve Cemaat arasındaki gerilim daha da netleşti. Dün Arınç, siyaseti bırakma ihtimaliyle ilgili bir konuşma yaptı ve geceleyin Fethullah Gülen 18 dakikalık bir konuşmasını internet ortamında paylaştı. Fethullah Gülen konuşması için tıklayın. Patron ABD artık sazı eline aldı ve RTE'yi indirme girişimlerini hızlandırdı. Dikkat ettiyseniz, Tayyip Erdoğan'a kendi içinden ilk tepkiyi yapan kişi Fethullah Gülen'le en son görüşen AKP'lidir. Ve bence dünkü konuşmasıyla yaptığı şey, krizi yerel seçim sonrasına taşımaktan başka bir şey değil. Biraz da kendi özgül ağırlığı bir şeyleri değiştirmeye yetmeyeceğinden topu Gülen'e atmış olabilir.

Bu yazıyı okumanızı öneririm. Türkiye'de artık bir şeyler değişiyor. Bu yazıda AKP sona geldi dese de, bence bu bilemediğim bir şey. Bilebileceğimiz şey ise, Erdoğan'ın sonunun gelmesi. Şimdi Tayyip'e bu gücü verenlerin, tekrardan onu güçsüz duruma düşürme zamanı. Yakında ABD eliyle birçok belge falan da çıkar eminim. Her türlü yolu denenecektir, çünkü Tayyip azımsanmayacak bir kitleye hakim ve bu kitle adeta fanatiklik şeklinde savunuyor onu.

Bu ülkede ne yazık ki, her şeye belli bir taraftan bakılıyor. Mantık yerine inançlarımızla hareket ediyoruz. Politikaya bakışımız da böyle. O yüzden durumu doğru tahlil edemiyoruz. Mesela kızlı-erkekli tartışmada "kızla erkeğin aynı evde kalması doğru mu?" sorusu saçma bir soru bence. Politik olarak bunu incelerken "bu söylemin amacı nedir?" sorusu daha doğru olacaktır.

Mesela esprili bir şekilde Tayyip'in devrinin bittiğini anlatalım. Nazlı Ilıcak, "Tayyip'e oy verdim diye kendimden utanıyorum" dedi. O öyle yalaka bir insandır ki ve kimin arkasında duracağını o kadar iyi bilir ki bu söylediği kesinlikle öyle düşündüğü için değil, bir şeyleri bildiği içindir. Bildiği şeyse, artık RTE devrinin kapanıyor oluşudur. Mehmet Barlas ve Nazlı Ilıcak'ı takip edin, onlar bu çıkışlarından sonra nereye yalakalık yapmaya başlayacaklarsa, o kişiler bu ülkenin geleceğindeki güç sahipleridir. Ki zaten AKP, Nazlı Ilıcak'a cevap verip mızmızlandı. Başbakanımız o kadar sana yardım etti, seni kayırdı bir yerlere getirdi, şu yaptığına bak, görürsün gününü şimdi gibilerinden bir açıklama yaptı. Tabi, bizim halk enayi olduğu için bu kadar açık sözlülük bir şey ifade etmiyor.

Neyse, sonuç olarak bugün ülke siyasetinde Tayyip cephesiyle cemaat arasındaki çatışmayı görmeden ele alınacak hiçbir şey mantıklı olmayacaktır. Muhalefet partilerinin siyaseti, izleyeceği yol, "marjinal gruplar"ın izleyeceği yol bunu görmedikleri dahilde sonuçsuz bir yol olacaktır. Issız yerlerde kaybolurlar vallahi.

Melih Gökçek ve Tayyip OTPOR'u CANVAS'ı ifşa etmeye çalıştıkları gün bittiler. Ben gezi sürecinde bunu yazdım, yazarım da. Örnek olsun diye söylüyorum, Chavez ve Ahmedinejad OTPOR'u tüm halkına deşifre etti, onlar yapar. Çünkü onlar ABD'nin karşısındadır zaten. Gücü oradan almazlar. Ancak gücünü ABD'den alanlar OTPOR'u deşifre etmeye kalkarlarsa bu pek samimi olmaz. Samimiyeti geçtim, bu harbiden olmaz, ayağını kaydırırlar adamın. Netekim, öyle oluyor. AB üyeliği üzerinden siyasete başlayan AKP, şimdi gitsin AECR'ye yalakalık yapsın. Boş iş bunlar, sonuçsuz kalır. Eninde sonunda ABD ve işbirlikçisi Gülen cemaati, sazı eline alacaktır.


12 Kasım 2013 Salı

Kendimi Koşturacak Değilim - 11

Kendi küçük kabuğuna çekildiğinde, orada dev bir şeyler bulabiliyorsun kimi zaman. Gerçekten ayakta durabilmek için, ayaklarının yerden kesilmesi lazım. Bunun için biraz olsun uzaklaşmalıyız günden. Çünkü bu ana ait değil aradığımız. Tanımlanamayan bir his yönlendiriyor bizi. Uzaklaş diyor, çünkü burada değilsin. Kendini bulman için uzaklaşman lazım. 

Aslolan çoktandır yok ortalıkta. Fazla uzaklaşmış olabilir. Yine de değer aramaya. Yoksa acı bile çekmeye halimiz kalmadan sönüp gideceğiz. Ama diliyorum ki, bir yerlerde henüz tanımlayamadığımız bir etkileşim içimizdeki dev kıvılcımı körükleyecek. O zaman ateşimiz asla eğilmeyecek. Bu dünyadan coşkulu geçeceğiz.

Kaynağından uzak olan her şey, elbet son bulur. Asla uzaklaşmamalıydık ama nasıl oldu bu, bilmiyorum. Fiziksel olarak kendimle tamamen aynı konumdayken, sanki her şey çok uzakmış gibi geliyor. Kendime bile uzak hissediyorum kendimi. Arada bir kaynağı bulma enerjisini hissediyor ve alevleniyorum. Çok nadir oluyor bu ve bu kadar ufalmışken, bir anda dev gibi oluveriyorum. Ama gerçekte kendime çok uzak olduğum için kısa sürüyor bu. Yalancı bir durum olduğu için de eskisinden daha çok ufalıveriyorum sonra.

Giderek sönüyor her şey. Sadece ben değil, her şey. Durup duruken neden böyle oldu sorusunu sormayacağım. Çünkü ben durup dururken, her şey çok çabuk değişti. Şimdi yakalamaya çalışsam da değişimi, fazla uzaklaşmış olabilir.

Kendimi Koşturacak Değilim - 10

Kendimi sakladım bugüne dek. Yanlış anlama, büyük bir istekle yapmadım bunu. Bir sandığın içine kitledim kendimi ve birisinin kilidi açmasını umdum hep. Biri gelsin çıkarsın beni saklandığım yerden. Biri gelsin, bütün içtenliğimi onunla yaşayayım istedim. Bekledim durdum hep. Birgün sen çıkageldin, gözüne gözüne soktum inimi. Gel kurtar beni istedim, hayata bağla. Umdum ki, dünyalarımızı açalım birbirimize. Çünkü dünyalarımız benzer biliyorum. Çünkü ben dünyamı senin için şekillendirmeye razıyım, biliyorsun.

Çimlerin üstüne uzanarak bulutları seyrederken başlıyor benim hikayem. Hayalim bundan ibaretti, kimse karışmasın, kendi kendime yeteyimdi bütün düşüncem. Bir gece vakti uzanıp gökyüzünü izlerken “neden hiç konuşmuyorsun” sorusu geldi. “Ben böyle mutluyum” dedim. Başkasının bu mutluluğu bilmesine bile gerek duymuyordum. Tekbaşınalık ben de alışkanlıktı.

Şimdiyse, çift kişilik yatağa çapraz yatan ben, tek kişilik yatağımı seninle paylaşmayı düşlüyorum. Gel gökyüzüme ortak ol. Ben evrenin boşluğuna doğru bakarken, göğsüme dayadığın saçlarındaki koku dünyamı değiştirsin. Bütün bu boşluk anlam kazansın. Her zaman baktığım gökyüzü, bu sefer en güzeliymiş gibi gelsin.

Ben seni nasıl benimsedim anlatamam. Bu kadar büyük bir şey nasıl anlatılabilir bilmiyorum. Belki sadece hissedebilirsin, asla bilemezsin. Ama işte benim sandığımda saklı kalan dünyama bu kadar yakın hissederken seni, nasıl oluyor bilmiyorum, sen çok çok uzaktan bakıyorsun bütün bunlara. Hiç görmeyecekmiş gibi, hiç hissetmeyecekmiş gibi. Söz kalmıyor, içinde bulunduğum yerler dar geliyor. Hiçbir şey yapamıyorum, elim kolu bağlı, sandığım kilitli, bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum. Bir umutlu, bir umutsuz oluyor bu ama hep bekliyorum.

Ben nasıl sevdim seni, anlatamam. Sadece bir çay içmeyi hayal etmek nasıl bir şey, bilemiyorum. Bazen Freud’u haksız bulasım geliyor. Bazen her şey çok yetersiz geliyor. Açıklanamayacak şeyler bunlar. Kendime dahi anlatamadığım şeyleri, sana aktaramadığım için ulaşamıyoruz hayallere. Oysa bir bilsen, hayallerim çok güzel. Bir bilsen diyorum, bir sevsen, bir görsen. Başka bir şey diyemiyorum, gelmiyor elden. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı seneler önce yazıldı zaten.

17 Ekim 2013 Perşembe

Kendimi Koşturacak Değilim - 9

Gidenin arkasından gitme diye bağırabildin mi sen hiç? İçinden geçen budur hep ama çoğunlukla yapamazsın.  Bazen de avazın çıktığı kadar bağırırsın gitme diye ama giden kendinsindir bu sefer, bıraktığın bir başkası. Yine de bağırırsın.

Gitmek zorundasındır. Arkanda bir hayatı bırakırsın. Yaşanılan ve yaşanılacak olan bir hayatı. Her şeyiyle planlanmış ve her şeyinle kendini adadığın bir hayatı. Bazen, bazı şeyleri istemesen de yaparsın. Gidersin. Gitme diye bağırır bir şeyler ama duyan yoktur. Avazı çıktığı kadar susar her şey. Gitmek artık bir zorunluluktur. Kapı kapanacaktır, kapının dışında kalan da içinde kalan da günlerce ağlayacaktır. Ama ağlamak artık bir zorunluluktur.

Birgün her şeyi bırakıp çekersin kapıyı. Yeniden ve istemeden yeni bir şeylere başlamaya kalkarsın. Dönersin arkanı, sonra bir ses duymak istersin. Gitme. Gitme desin istersin ama demez. Kelimeler midir söylenemeyenler yoksa dönüp de sımsıkı sarılamayış mıdır problem bilinmez ama hepsi zorunluluktandır. Tekrar dönersin arkanı ve bağırırsın hıçkıra hıçkıra, "ne olursun gitme de."

Demez, diyemez. Dese de bir şey değişmez. Hıçkırıklarınla beraber yanağından süzülen gözyaşlarınla kalırsın. Sonra kapatırsın kapıyı ve gördüğün son şey, yüzü göz yaşlarına boğulmuş bir kadındır. Ne kadın istemiştir gitmeni ne de sen. Ama gitmek zorunluluktur artık.

Sonra bütün dünya değişir. Her şey kapanır. Gittiğin falan yoktur. Kalırsın orada. Kurumaz gözyaşları. Ama gitmek zorunluluktur, elden bir şey gelmez. İki kişi istese bile, kimse gitme kal diyemez. Yeni bir hayata dönersin yüzünü, ne olduğunu bilmediğin boktan bir dünyaya.

İşte bazen gidenin arkasında gitme diye bağırabilmek bile bir işe yaramaz. İki taraf birden bunu söylese bile, gitmek zorunluluktur bazen. Biz hala daha hayallerimizde birbirimizle sarılıyor olsak bile, aslında bir daha hiç öyle bir an yaşanmayacaktır.

https://www.facebook.com/blogkafa

3 Ekim 2013 Perşembe

Kendimi Koşturacak Değilim - 8

Yağmur damlaları, toprağı yavaş yavaş ıslatıyor. Bana geçmişimi hatırlatan bir koku var burada. Aklımdan ve bilincimden uzak olduğum kadar eskiyi anımsatan bir tad. Bazen hayatı sadece toprağa düşen yağmur tanelerini izleyerek geçirmek istiyorsun. Çünkü buraya ait değilim. Bu zamana, bu akla ve bilince, bu kuru dünyaya ait değilim. O anın içinde geçmişten bir koku duyumsuyorum. Ben geçmişe aitim, benliğim orada kaldı. Şimdi burada durup bakarken dünyaya, kendim olmadığımdan eminim. Ruhumun saplanıp kaldığı bu bedeni tanımıyorum. Oysa çocukken ruh yönetir her şeyi. Şimdiyse bir hapis sanki bu bedenin içinde yaşamak.

Demlendiğim bir akşamın ortasındayım. Sevdiğiyle buluşmayı bekleyen insanları görüyorum. Şehrin ortası burası. Şehrin arka sokaklarında boğazı kesilen çocukları biliyorum. Bense hissetmiyorum. Ne sevmeyi, ne acımayı, ne kederlenmeyi. Hiçbir şey hissetmiyorum. Bu dünyadan geçip gidiyorum sadece. Bir adam yolda gazete satıyor, dünyayı değiştireceğiz diyor. Böyle hayalleri olanlara imreniyorum ama nasıl yapacak bilmiyorum. İnsanların yarısı umursamadan, yarısı da onu anlayamadan geçip gidiyorlar yanında. Dünya hepimizin avuçlarının arasından kayıp gidiyor böylece.

Yağmur damlaları, başımı ıslatıyor hafiften. Yaşama karşı duyduğum susuzluk kanıtlanıyor bakışlarımdan. Yüreğimin kuruluğu, etraftaki ıslaklıktan dolayı utanıyor. Bu vücudun dışına çıkmak isteyen bir şeyler var içimde. İnsanlar, yağmurdan korunmak için köşelere sığınıyor, para kazanmak için şemsiye satıyor. Çocuklar evlerinden fırlayıp ellerini kollarını açarak yağmurun altında ıslanıyor. Ben sigaramla beraber ıslanıyorum. Hiç gülümsemeden ciddi bir tavır takındığımın farkındayım ama içimdeki sevinci bir ben bilirim. İnsanlar neden içimdeki hisleri göremiyorlar? Bu kuru dünyanın değişmesini düşleyenlerin bile umrunda değil bu. Oysa bana sorarsanız, değişim bu koşullarda mümkün değil. Birbirimizi görmeliyiz. Bizi umursamadan ve anlayamadan yanımızdan geçip giden insanlara çok alıştık. İnsanlar içimdeki hisleri neden göremiyorlar, demiş miydim? Neden görmek istemiyorlar? Ben de bu dünyadan sönük bir yüz ifadesiyle geçip gidiyorum. İçimdeki bu hislerin ait olduğu bir an hatırlıyor gibiyim geçmişten. Yağmur taneleri, toprağı ıslatıyor yavaş yavaş. Yürüdükçe benliğimden uzaklaşıyorum. Koskocaman dünyada, köşeye sıkışmış hissediyorum kendimi. Bedenime hapsolmuş ve solmuş.

18 Eylül 2013 Çarşamba

Kendimi Koşturacak Değilim - 7

İki sene önceydi. Başıboş ve yalnız bir kimlikle çektiğim otostoplardan çok şey öğreniyordum. Her arabada farklı bir hikaye, farklı bir hayat, farklı farklı karakterler. Tabi boş muhabbetler bunlar. Elin marangozunun hayatına duygusal bir anlam falan yüklemedim hiç bu zaman sarfında. Ama o vakit anlam yüklemesem de her şeyin farkında olduğum bir yolculuk yaşadım. Birgün kırk derece sıcakta, tıpkı cennete açılan kapılar gibi klimalı bir araç durdu önümde ve atlayıverdim. Arabayı kullanan genç bendim, biliyordum. Yirmi yaşımdaki ben, yirmi beş yaşımdaki halimin arabasına biniyordu. Az biraz muhabbet ettik işte, ne olduğunu tahmin edersiniz. Ben de öğrenciydim senin gibi, böyle takılıyordum ama şimdi tüm hayatını çalışarak geçiren bir insan oldum işte falan dedi. Basit cümleler aslında ama bazen basit cümleler anlatıyor her şeyi. O cümlelerin altında yatan duyguyu çok iyi anlıyordum. O duyguların her birini yaşayacağımı biliyordum. Şimdi de o duyguyu yaşamakla meşgulüm. Gidip otostop çekmek istiyorum ama bir bakıyorum bunu yapan insanlara bakarak yaşıyorum bu mutluluğu. Ben yapamıyorum, geçti benden. Bazen mutsuzluğun geleceğini bilirsin ama hayatına hala daha sevinçle devam edersin. Biraz da zorunluluktandır bu. Mutluluğu bulmuşken keyfini çıkar kafası.

Bugün bir arkadaşım aradı; “Babam öldü” dedi. Üzüldüm tabi haliyle, “gel vodka var, sana da koyayım” dedim. Telefon suratıma kapatıldı. Napayım, benim de hayatım böyle işte. Bazen söyleyecek pek bir şey kalmıyor. Ne garip, söyleyecek hiçbir şeyim kalmamışken yazıyorum bu yazıyı. Şimdi ne alaka diyeceksiniz ama, çok alakası var ilk anlattığımla. Ben o zaman yirmi yaşındaydım ve yirmi beş yaşımdaki halimle karşılaşmıştım. Şimdiyse yirmi iki buçuk yaşımdayım diyip ortalayalım bu yaş mevzusunu. Çok arada kaldım yani. Her şeyin arasındayım şuan. Bütün duyguların, bütün dertlerin, her şeyin arasına sıkışmış durumdayım. Hiçbirini tam yaşayamıyorum, hepsi yarım kalıyor. Hiçbir acı –yada sevinç- bütün vücudumu kaplayamıyor. Hepsi belli bir kısmıma hitap ediyor. O yüzden işte daldan dala atlıyorum konuşurken. Daldan dala atlamak değil aslında, sana öyle geliyor sadece uzaktan. Bunlar benim ruhumun farklı bölgelerini esir almış duygular sadece. Hepsini topladığımda bir bütün oluşturuyorlar.
Hayatta hiçbir şey yolunda gitmiyorken, yolunda giden bir şey bulup ona tutunmayı istersin. İnsanım ben de tabi, aradığım bu. Üniversite yıllarımdaki gibi yüceltmiyorum kendimi, ilah değilim. İnsanım sadece. Burası da dünya sadece. Ne demiş Ah Muhsin Ünlü: “Burası dünya yahu, burası bu kadar işte”. Heh işte tam da öyle. Bütün beklentilerimi falan çöpe attım ben, bıraktım her şeyi. Yine yalnızım, değişen bir şey yok bu konuda ama aynı başıboş serseri olduğumu söyleyemeyeceğim. Artık başımı bir yere yaslayıp, hayatta tutunacak bir şeyimin olmasını istiyorum. Böyle bir şey yokken katlanılmaz oluyor her şey. Bakma sen, bu kadar derdim varken gülerek anlatıyor, dalga geçiyorum halimle. Bazen ben de anlamıyorum kendimi ama esir alıyor hepsi beni içten içe biliyor musun?

Akşam eve mutsuz geleceğim, bunu baştan söyleyeyim. Kişisel gelişim kitapları kandıramıyor beni, zamanında Schopenhauer okuduk. Zaten hep yanlış adamlardan başladım okumaya. Daha onsekizimde tanıştım Oğuz Atay’la, hala daha toparlanamadım.  Ama sevgilim, bıraktım ben artık kitapları falan. Eve geldiğimde çay demleyip muhabbet edecek miyiz, sevişecek miyiz uyumadan, bunları düşünüyorum sadece. Bunlar olduğunda mutsuz geldiğim evin kapısından mutlu gireceğim, bilesin. Mesela bugüne bugün Nietzsche’yi de okuduk biz ama olmuyor işte, insan tutunacak, güçsüzlüğünü yok sayacak bir dal arıyor, hayat bu. Herkes mükemmel olamıyor.Şu dünyadan gelen geçenler arasında sadece bir tanesi başarabildi bunu. O da belki de acıdan deliriverdi.

Ah Muhsin Ünlü’nün sadece bir şiir kitabı var ve bence bu ülkenin en iyi şiir kitaplarından biri. Diyorlar ki, yazacak mısın bir kitap daha? Yok diyor, ben o şiirleri annem öldüğünde hissettiğim acıyla yazdım ve bir daha o acı gibi bir şeyi yaşayabileceğimi düşünmüyorum. Ben bugünlerde hep Ah Muhsin Ünlü okuyorum sevgilim. Ayakkabılarını kapımın önünde görmek istiyorum kısaca. Çünkü bu, seni seviyorumun içine nal salmak demektir.

Ve bunları elbette çabucak geçelim sevgilim. Bütün bu dertler geçer gider, biliyorum. Yeter ki başımı göğsüne koyayım.

9 Eylül 2013 Pazartesi

Kendimi Koşturacak Değilim - 6

Ölümüne henüz 34 sene, 3 ay, 7 gün kalmıştı ama saniyelerin geçtiğindendir sürekli bir koşturma peşindeydi. Yetişemiyor, bekleyemiyor ve sabredemiyordu. Nereden gelip nereye gittiğini hiç bilmiyordu. Sadece beynindeki hücrelerle, hissetmesini sağlayan hormonların savaşımından hayatı hakkında birkaç somut adım atıyordu.

Yanındaki kadına döndü, kadın susuyordu. Suskunluğunu dinlemeye çabaladı ama suratındaki cümleleri okumakta güçlük çekiyordu. Karışıyordu cümleler, toplu bir anlam çıkartamıyordu hiç. Adını anıp, "Sigara içer misin?" diye sordu kadına. Kadın paketten bir sigara çekti ve;
"İsmimi ne güzel söyledin." dedi.
"İçimden güzel geldin."

Kadın, bir şeyler söylüyordu ama gözleri parlamıştı. Gözlerinin parlaklığı tüm hayatı gölgeledi. Hallerinden memnun gibiydiler ama oturdukları masada hafif telaş vardı. Masa ne yapacağını bilemiyordu, sadece bir şeyler oluyordu. Kontrol diye bir şey yoktu. Saniyeler çok hızlıydı, anlayamadı olup biteni. İçinden geçen, şuankinden çok farklıydı. Çok farklı bir yaşam geçiyordu içinden. Bir kaç kelime etti ama kadın suskun kaldı.
Sanki masada eksik olan bir şeyler vardı. Masayı inceledi. Telaş hala oradaydı, boş iki bardak, iki telefon ve anahtarlık. Bir de süs olsun diye masayla duvarın arasında sallanıp duran oyuncak. Ama süs olsun diye değil, gözünü kaçırmak istediğinde bakacak yer olsun diye konulmuştu sanki masaya. Masada hala daha bir şeyler eksik gibiydi. Ama yanıldı, masada eksiklik değil fazlalık vardı. Masanın telaşı, içinde her türlü duyguyu bulunduruyordu, her şeyden biraz vardı ama hiçbir şeyden tam yoktu. En azından masanın üzerinde gidip gelen cümleler şimdilik bu kadarını sunuyordu. Tam o sırada telaş büyüdü.


Bir an kötü düşündü. Belki de istediği cümleler burada değildi. Konuşurken yine adını andı kadının. Bu sefer etkilenmedi kadın. Masadaki telaş masayı aşmıştı. Bu sefer hayatı gölgeyen, ismini koymakta korktukları bir histi. Bu sefer hayatı gölgeleyen şey, hayatın çok dışında bir şeydi. Hayattan koparan bir şey.

29 Ağustos 2013 Perşembe

Kendimi Koşturacak Değilim - 5 (Hayat Kavgası)



Çok sıkıldım yaşamaktan ve tabiî ki kayda geçmeyelim bunları. Hayat kavgası var burada, her daim kendini kayda tabi tutan. Orhan Gencebay anlatmış her şeyimi bana laf düşmez bugünlerde. Zaten yeni yeni anlıyorum bütün şarkıları, şiirleri bi
liyor musun? Mesela her şey sermaye için sevgilim. Sen bilir misin? Biz oturup yıldızlara laf atalım, çok fiyakalı sözlerle kayda dökelim bunları. Sonra noluyor biliyor musun, oturup dalga geçiyorsun kendinle. Kısacası güzel sevgilim, “yandım ben bari sen kendini kurtar.” Tabi bu arada beni de kurtarır mısın? Yoksa hayat kavgası verirken bir de yanında aşkın ızdırabını çekmek şart mıdır?

İnsan çekip gitmek istiyor hep. Basit şeylerden biri oldu tabi bu. Ne acı değil mi? En içten depresyonlarımızı basite indirgedik hep. Yaşamamızın koşulu mu şimdi bütün bunlar yoksa kaybetmişliğimizi mi kabulleniverdik bir anda. Düşlerim vardı benim, bilirsin. Terk ettim hepsini. Yok yok, terk etmedim, terk edildim. Yada her neyse… Sadece ne oluyorsa bu dünyada, elimde olmadan oluyor. Bugün bir adam oturdu yanıma ve dedi ki; nefret ediyorum kendimden. Ah dedim, abi ben daha bu yaşta kendim olamıyorum, nasıl nefret edeyim. Sen hiç değilse kendini tanıyıp nefret etmişsin. Ben daha kendimi bilemedim, yaşamıyor benliğim. Başkalarının hayatı bu, başkalarının icadıyım ben.

Gitmek istiyorum o yüzden. Başkalarının icadı olan bir hayatı yaşamak nasıl acı veriyor biliyor musun? Hayat kavgasıymış, hasiktir oradan. Bu kavganın hiçbir yerinde benim kimliğim yok. Bu kavga benim kavgam değil. Dur bakalım, bunun yanında da mı şart oluyor aşkın ızdırabı. Ah sevgilim, her şeyimiz yarım kalıyor. Mesela bir yazıya başlıyorum, mesela bir hayata… Ne zaman tamamlayabileceğim bunları, ne zaman kalmayacak hiçbiri yarım? Hala hayallerde mi yüzüyoruz sence? Hala daha dünyanın dörtte üçüne bırakıp kendimizi hergün boğularak ölümümüzü mü izliyoruz? Oysa bu dünyanın bir de oksijen bolluğu kesimleri var. Hah pardon, bu şehirde bütün ağaçlar kesiliyordu değil mi?

Sevgilim, benim çığlık atmam lazım. Bu şehrin neresi uygun? Bırak dünyanın dörtte üçünü. Şimdi fark ettim de biz bu kentin karasında da boğuluyoruz. Genç bir avukat vardı zamanında. İsmi İpek. İntihar etmeden önce küçük bir not düşmüştü kağıda: “Yavaş yavaş delirdim, kimse fark etmedi.” Dedim ya, şarkıları, şiirleri ve geri kalan her türlü şeyi yeni yeni anlıyorum. Farkediliyor mu? Tabi, bu bilinç beni yavaş yavaş öldürüyor. Yavaş yavaş ölüyor içimde bir şeyler.

Dünya dönüyor, duruyorum ben. İlköğretim de medya da henüz ele geçiremedi beni sevgilim. Duruyorum ben. Mutlu olacağım günü çok iyi biliyorum. “Bat dünya bat” demiş, Oğuz Atay. Bu dünya durduğunda döneceğimi hissediyorum. Her şey battığında mutlu olacağım, biliyorum.

Ah be Orhan baba. Biliyorum siktir ediyorsun hayat kavgasını. Edirne’nin kahvelerinde esrar içip bağlama çaldığın günleri unutmayanlar var, biliyorsun. Asıl derdin bu azabı dindirecek kişiye karşı, biliyoruz. “Gel beraber çıkalım bu yollara, yalnız çekilmiyor dünyanın kahrı.” Yavaş yavaş deliriyorum, fark ediyor musun?

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Kendimi Koşturacak Değilim - 4

Dört fiyakalı cümleyi bir araya getirince şiir sandık ve pek bir fiyakalı durdu bizim aşkımız uzaktan. Oysa anlaşılması en zor adamlara bile, kendi boktan şiirlerini giydirip sahte bir kimlik yüklemişti bu halk. Boktan şiirleri, fiyakalı adamlara ait sanıp en boktan olanı sanat ilan ettik. Bu ülkenin en iyi sinema filmlerini çok az kişi izledi sevgilim. Ve tabi, senin de güzelliğini kimse farketmedi. İşte bu yüzdendi biraz da bu yüzden olan.

Depresyona girmiş kadınların kafa karışıklığına dalıp birkaç sevgiliyi edindik tecrübe. Bu da yetmezdi elbet.  Ergenlik sendromlarını kullanarak ilerleyen bir edebiyata hakim oluyorduk giderek. Düşünceler bile edineceğimiz faydalar için metalaşmıştı. Her şey boktanlaşıyor sevgilim, bir sen kaldın sanki bardağın dolu tarafını temsilen. İşte bu yüzden biraz da bu yüzden olan.

Sence marijuana içen bir maymunun evrimi nasıl olur? Tanrı bu zıkkımı kaçıncı gün yarattı da dünya bu kadar dengesizleşti? Tanrı yarattığını sadece izlemiş midir yoksa bakmış mıdır bazı şeylerin tadına?  Tanrı bence bad trip’e bağlamış sevgilim, yoksa imkansız böyle bir dünya yaratmaz. Çırpınıyor şuanda, yüzü bembeyaz, ölmekten korkuyor. Öldürüyor da bazıları tanrıları ama bir önemi yok şuan bunların. Allah katında zaman neden yavaş sanıyorsun? İşte biraz da bu yüzden, akıp gidiyor zaman ellerimden. Malesef tanrısal bir kafa yaşayamıyoruz. Sen hiç kendini tanrı sanan bir adam gördün mü? Ben gördüm. Marijuana içen bir maymunun evriminden olsa olsa tanrı olur bence. Aslında bu yüzden biraz da, bütün bu olan biten.

Bilim adamları yavaş yavaş evrenin varoluşunun tesadüften ibaret olduğunu kanıtlarken, karşılaştığımız bütün tesadüfleri ilahi bir olay gibi karşılıyorduk. Oysa kural buydu sevdiğim. Kural, tesadüfen sevmekti seni. Ne kadar gerizekalı olduğumuzu düşünebiliyor musun? Maymunun tekinin geçirdiği bad trip yüzünden geldik bu hale. Tanrıya güzel müzikler çalmalıyız, ney üfleyelim bu gece. Sana baktığımda kulağımda güzel bir müzik çalıyordu, acaba bakmış mıdır tanrı senin tadına? Ah, o zaman bu yüzden mi bütün olanlar?

Cemal Süreya’dan değilim bugünlerde, Afrikaya da dahil değilim. Bugünlerde her şeyi kendime bağlıyorum, iyi mi. Ama nasıl oluyorsa, içimde senden bir şeyler buluyorum. Bu kör olasıca tanrı da nereden çıktı? Ça m’est egal sevgilim ça m’est egal. Bırakalım, olsun olan. İşte bu yüzden de değil, kaderden de değil. Sadece olduğu için, bütün olan.

                                 
                                    

28 Temmuz 2013 Pazar

Var et kendini!

Kendimden başka hiçbir şeyi anlamlandıramam. Mutluluğu bu arayışta buluyorum. Başka ve diğerlerin gizeminin çekicilik dışında bir getirisi yok, asıl hazine kendi içinde. Yaşamak dediğin şey, kendini anlamlandırmanın altında gizli. Arayışı ve beklentileri diğer insanlarda aramak, yokoluşunun sembolü, savaşmamız gereken şey tamamıyla benliğimizden ibaret, diğer her şey yokuş aşağı bir yuvarlanış.

Radikal değişiklikler, beklediğimiz anlarda gerçekleşmiyor. Yaşadığımız kritik olaylar, bir gün trenin camından hayatı izlerken kendi iç çekişmelerimiz sayesinde değiştiriyor bizi. Hiç beklenmedik bir anda, kendimizi savunmasızca yakalıyor ve yokoluşlarımızdan yeni varlığı kazanıyoruz. Kurtuluş, başkalarında değil, insanın kendi iç acılarında. Kurtuluş, mağlubiyetleri zafere dönüştüren savaşımlarımızda ve bu savaşımların tamamı sadece kendimizle. Mutluluk burada, insanın yükselişi burada.

Bazı diğer tecrübeler vardır. Başka insanların başka başka yaşadıkları. Mesela basit bir hikaye içeren bir film. Bu tecrübeler elbette bize dokunacaktır. Peki ne zaman? Sessizlik zamanında. Hayatımızı etkileyen, değiştiren filmlerde sessizlik hakimdir ve bu işi beceren filmlerin hepsi hiç ummadığımız zamanlarda çıkmışlardır karşımıza. Hiçbir şey beklemediğimiz filmler, asıl beklentileri karşılamıştır daima.  Biz de beklentilerimizin karşılığını hep yanlış yerlerde arıyoruz ve bunlara cevap en sonunda kendimizden geliyor. Kendinden nefret ettiğin gün, kendinle gurur duy; bu iyi bir şey. Çünkü o andan itibaren daha çok sevebileceğin, daha yüksek bir insan yaratacaksın kendinden. Çünkü o an savaşın başlamıştır kendinle ve bu elbette ki bir sonuç getirecektir.

“An ki fiskiyesidir sonsuzluğun,
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni” diyor Cemal Süreya. Aşk dediğin şey, yanındaki kadınla sonsuzluğu hissedebildiğin, zamanın dışında varolduğun bir andan ibarettir. Aşk sadece anlıktır ve o an, sonsuzluğa erişmiştir. Yine filme bağlarsak, Bin Jip filmi aşktır. Romantik komediler yalandır, sadece hayallerimizi süsler. Daha fazlası değil. Bin Jip filmi bize kendimizi ve kendi aşkımızı hissettirirken, romantik komediler bizi başka hayatlara imrendirir ve bu tam anlamıyla bir yokoluştur. Kendini varedememektir. Günümüzde yaşanan çoğu aşk, kendi varlığını yok etmekten ibaret. Her şey sessizliğin içinde ve kendi ruhunda gizli, bütün varoluş bu. Ne demiş Turgut Uyar;
“Çünkü sessizce yaşanmalı her şey,
Bir devrim sessizce olmalı mesela”

İşte biz kendi devrimimizi yapacağız. Tekil ve küçük hayatlarımızı, yokolanla varolacak olanın sessizce savaşı içerisinde devrime kavuşturacağız. Kendimizi alt edecek ve yükseleceğiz. Yaptığımız devrim sessizce olmadığı sürece, bu sadece gösterişten ibaret olacak ve kendimizi kandıracağız. İşte kendini kandırıp sevmeye başladığın o an, utan kendinden. Sen bir hiçsin, çünkü kendini kandırıp diğerlerini önemsiyorsun. Bütün insanlık bir varlık haline gelirken kendini çöpe atıyorsun. Çöpe at insanlığı, kendini var et.

“Kurtuluş garantileyen şey nedir? İnsanın artık kendinden utanmıyor olması.” Bu sözü kazı aklına. (F.W.Nietzsche)

Her şey değişir. Asıl gerçeklik, içerisinde bulunduğun durum değil, değişim ve zamanın kendisidir. İnsanların binlerce yıldır taptığı tanrı bile evreni, belli bir zamanda, yedi günde yarattı. Yani zaman, insanların taptığı tanrının bile ihtiyaç duyduğu yüce bir varlık ve varolan her şey değişime sebep olan zamana ait. Senin anlamın, zamandan ibaret, değişimden ibaret. Bu kavramlar olmasaydı, sen olmayacaktın. Kendini bunlarla tanımla. Bu kavramlara bırak kendini ve diğer her şeyle mücadele et. Oysa bakıyorum da bu kavramlar, mücadele etmeye çalıştığımız tek şey olmuş bugün. Halbuki mağlup olmanın garanti olduğu tek konudur bunlar.

Şimdi karar ver. Topluma ait bir makina mı olacaksın yoksa yaşamak denilen işi yapan bir birey mi olacaksın. Bak bir etrafına, her yer robotlarla dolu. Kendini insan kıl, var et kendini. Kimse sana kurtuluşu getirmeyecek, kimse sana mutluluğu sunmayacak. Her şey senin içinde gizli. Diğerleri sana sadece yol gösterebilirler, mücadele etmek senin işin. Güçlü olan ayakta kalır, hem fiziksel hem de psikolojik olarak algıla bu kuralı ve savaş kendinle. Eskimeye yüz tutmuş tarafını öldür, kendini alt et. Güçlü olursan ayakta kalan tarafın bu olacak. Doğanın kuralı olan bu söz senin de kuralın çünkü.


27 Temmuz 2013 Cumartesi

Kendimi Koşturacak Değilim - 3

Yaşanmışlıkların izleri vardı yüzünde. Ama ne bir kırışıklık ne de suratını gizleyen bir makyaj... Her şey ortadaydı, apaçık. Bu yükü kaldırabilir misin, diyordu kadın hiç konuşmadan. Ama konuşmuyordu işte. Belki belli belli bunu isteseydi, hiç üstesinden gelebileceğini düşünmeyecekti. Lakin karşısındaki gözleri kaybetmekten korkuyordu. Üsteledi bu yüzden. Her şeyi yapabilirim, her şeyin üstesinden gelebilirim dedi seslice; sanki her şeyi biliyormuş gibi. Hiçbir şeyi bilmiyordu ama kadının bakışlarını ve yüz hatlarını doğru algılamıştı.

Kendi geçmişi geldi aklına ve güldü. Umutsuzca geçen senelerine güldü, kendi acısını bile kaldıramadığı senelere. Apartmanın en tepesine çıkıp, yeryüzüne hızlıca çakılıp ölmeyi planladığı güne güldü. Şimdi başkasının acılarını da kaldırabileceğini düşünüyordu. Hayat ne çabuk değişiyor diye düşündü. Ama değişen çok fazla bir şey yoktu. Tek değişken, aşık olmuş olmasaydı ve bunu kendisi dahi bilmiyordu.

Kadın, ona her şeyi unutturuyordu. Düşüncelerini susturdu ve yanına sokuldu. Gözgöze gelip bekledikleri beş saniye, sanki beş ay gibi geldi. Dudakları birbirine değdiğinde, tek hissettiği şey yaşamaktı. Dört sene sonra, ilk kez yaşamaya bu denli sarılmıştı. Çekingenliği gitti ve biraz daha sarıldı yaşamaya. Dudakları ıslaktı, söylenmemiş cümlelerle ıslanmıştı. Sonra ikisinin söyleyemediği cümleler birleşti ve bir oldular. O gece kimse duymamıştı belki ama her şey söylenmişti. Tek bir kelime bırakmadılar artlarında.

Haluk, üstünü giyindikten sonra çatıya çıkmak istedi. Yıllar önce yere çakılıp hayattan kurtulmak istediği yerde, bu sefer kendisine hayat veren kadınla ayaklarını yeryüzüne sallandırdı. Korkuyordu Haluk ama bunla hiç ilgilenmiyordu, ilgilendiği şey yanındaki kadının korkuyor olmasaydı. Ayakları yeryüzüne bakarken sırtlarını zemine verdiler ve yıldızları seyrettiler. Artık akıllarında olan şey yeryüzü değil, bulutlardan çıkardıkları şekillerdi. Artık birbirlerinin hayallerine karışıyorlardı. O gece, iki insan her şeyi gerisinde bırakıp yepyeni bir hayata başladılar. Yeryüzüne bakıp çakılan suratları, artık gökyüzünün derinliklerindeydi. Sonra döndü ve tekrar gözlerinin derinliklerine saplandı. Dudakları tekrar ıslandı ve bir kez daha terlediler o gece.
Doğanın güzelliği, insanoğlunu hep şaşırtmıştı. Ama Haluk, ikinci kez bir kadının güzelliği karşısında şaşkına dönmüştü. Sabah uyanıp pencereden dışarı baktığında, doğanın güzelliklerine çok alışıkmış gibi derin bir nefes çekti içine. Hava hiç olmadığı kadar güzel, Haluk'un dünyası hiç olmadığı kadar hızlı dönüyordu. En azından şimdilik...

21 Haziran 2013 Cuma

Gezi Direnişi - Arka Plan

Gezi direnişinin ilk gününden beridir sokaklardayız. Evimize dahi birkaç kez girebildik, uykuyu dahi birkaç saat yaşayabildik. Süreç boyunca da "nereye gidiyoruz"u tartışıp durduk. İlk günlerde bu kadar insanın bir araya gelmesinden duyulan şaşkınlık vardı, şimdi de sürecin nereye gideceği tartışılır durumda. Ben bu yazıda gezi direnişini anlatmaktan ziyade, direnişin nerelere varabileceğini ve direnişin arka planında neler olduğunu, neler yapmamız gerektiğini yazacağım. Biraz uzun bir yazı olacaktır ama mümkün olduğunca kısa tutmaya da çabalayacağım. Yazı da bazı kaynaklar da sunacağım, bilginizin olmayabileceği bazı konulara da değineceğim. Lütfen bu yerleri atlayarak geçmeyiniz. Çünkü direnişin nereye evrildiğini anlamak, süreci kontrol edebilmek açısından önemli bir yazı olacak. Bu süreçte gördük ki, ülkemizin en büyük problemlerinden biri de cehalet. O yüzden okuyarak ve bilgi sahibi olarak bu süreçte kazanıma ulaşmalıyız. Eğer bunları es geçersek başımıza gelecekler bu videoda:



Mısırlı aktivistin biz direnişçilere gönderdiği mesaj, aslında en önemli gündem konumuz. Bize düşen bu mesajı en ince ayrıntısına kadar doğru algılamak. Benim bu yazıyı yazmamdaki amaç da bu. Mısırlı direnişçinin ağzından bir kaç söylemi tırnak içine alıyorum: 
  • Kıbrıs'ta Occupy Buffer Zone hareketi
  • Bu tüm dünyada geçerli olan "tek sistem"le ilgili
  • "Tek el"
  • Sahte zaferlere inanmamalıyız. Her zaman planları olacaktır.
Yazımın devamında bu konuları ele alacağım. Şimdi yazıya başlayayım. Öncelikle Gezi direnişinin sebebini çok kısa olarak çağımızın yaşayan tek filozofu Zizek'in sözleriyle açıklayalım:

"...bu protestolar, serbest piyasanın toplumsal özgürlük anlamına gelmediğinin, ancak otoriter politikalarla bir arada bulunabileceğinin canlı kanıtıdır. Bu protestoların neden dünya çapında kurulu düzeni sarsan aynı küresel ajitasyonun bir parçası olduğunun da göstergesidir bu... "

Bu sözler, Türkiye'de ve diğer ülkelerde başlayan direnişlerin en basit açıklaması aslında. Yani direnişlerin başlaması gayet doğal bir süreç. Ben burada direnişi şu başlattı, bu başlattı geyiğine girmeyeceğim. Ancak tıpkı Mısır'da olduğu gibi, bu tip direnişler zaman içinde "yönetilerek" ve "yönlendirilerek" sisteme kanalize edilmiştir. O yüzden bu direniş sürecinde yönetilmeye ve yönlendirilmeye karşı bilinçli olmalıyız. Ben bu yazıda buna değineceğim.

Gezi parkı'na müdahalenin olduğu ilk gün sosyal medyada #direngezi hashtag'i üzerinden bir örgütlenme oldu. Ancak bu hashtag twitter'da dünyaya sesini duyurabilmek için bir anda #occupygezi halini aldı. Meali: "Gezi'yi işgal et". Peki neden diren kelimesinin meali olarak "resist" sözcüğü değil de occupy sözcüğü kullanıldı? İşte bu ilk sorumuz. Bunu kimlerin başlattığını bilmiyorum ama neye hizmet ettiğini biliyorum. Sikkofield yayınladığı makalesinde occupy hareketini anlatıyor, okumak için buraya tıklayın.

Ben zaten yazılmış olan şeyleri tekrardan yazarak zaman kaybetmeyeceğim, lütfen kaynakları okuyun. Az önce Beyaz TV'de Melih Gökçek(yayını çok az izleyebildim ama gördüğüm kadarıyla), OTPOR'a ve SOROS'a yüklendi. Gezi direnişinin başladığı zamanlarda Tayyip Erdoğan bir konuşmasında Wall Street eylemlerini örnek göstererek o eylemin arka planında yer alanlara yani OTPOR'a yüklendi. Burada Wall Street eylemlerini ve ilk kez hashtag olarak karşımıza çıkan #occupywallstreet'i iyi anlamak gerekiyor.

Occupy sloganı ilk kez 2011 yılında Wall Street eylemi için kullanıldı. Az önce verdiğim kaynak Occupy sloganı arkasındaki yapıları deşifre ediyor. "Occupy Wall Street" eylemlerinin başını OTPOR-CANVAS çekiyordu. OTPOR, Balkanlarda ortaya çıkmıştı ve Yugoslavya'yı parçalayan "sivil" direnişleri örgütlemişti. ABD'nin "devrim" planlarını gerçekleştiren bu örgüt daha sonra isim değiştirerek farklı ülkelerdeki "sivil" operasyonlarda da kullanıldı. CANVAS, OTPOR'un kurucuları tarafından kuruldu ve OTPOR çalışmalarını yine sürdürdü.

"Sivil direnişler". Bizim yaptığımız direnişe ne çok benziyor değil mi. Tekrar edeyim, bu direnişin OTPOR tarafından ortaya çıkarıldığını düşünmüyorum ancak bu tip yapılanmalar şuan bu direnişi yönetmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bunu diğer ülkelerde başardılar ve Türkiye'deki amaçları da bu. İşte yönetmeye çalıştıklarına dair kanıtlar bu makalede mevcut. Tıklayınız... Not: Mısırlı aktivistin ilk maddesi: Occupy hareketi.

Ayrıca Gezi Parkı'nda yaşadığım bir anımı anlatayım. Subliminal mesajları az çok araştırırsanız görürsünüz "obey" kelimesi sürekli olarak bilinçaltına verilen subliminal mesajlarda yer alır. Meali: itaat et. "They Live" adında bir film var ve bunu konu ediniyor. Filmin başkahramanında bir gözlük var ve o gözlüğü taktığında reklamların altındaki subliminal mesajları görüyor.
Reklam:

 Gözlüğü takıyor,

ve sonuç,

Aslında Gezi Parkı direnişi dışındaki bir konu ama olsun, destekli bir anlatım olsun diye caps koydum. Gelelim anıma. Bugün ABD'den Avrupa'ya yayılan, tıpkı bir marka gibi, "obey" yazılı şapkalar türedi. İlk günlerde böyle bir genç görmüştüm Gezi'de ve dalga geçmiştim. Ancak daha sonraki günlerde başıma bir olay geldi. İtaat etmediği için sokaklara dökülen halka beş on kişilik bir grup "obey stickerları" dağıtıyordu. Ben bunun çok masum olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Yani buradaki sürecin kontrol edilmeye çalışıldığını aslında o gün kavradım. Tabi bu subliminal mesaj konularına kafa yormayanlarınız bu konuyu pek önemsemeyip geçecektir. Ben de fazla uzatmayıp asıl mevzumuza geri dönüyorum.

Gelelim Mısırlı aktivistin ikinci maddesine. "Bu dünyada geçerli olan tek bir sistemle ilgili". Aslında Zizek'in sözleri bunu çok iyi açıklıyor. 2011 yılında bir konferans yapılıyor ve o konferansta geleceğin en büyük ekonomik gücü olacak ülkeler tartışılıyor. Bu ülkelerin de başharflerinden bir isim türetiliyor. TİMBİ. Yani, Türkiye, İndia(Hindistan), Meksika, Brezilya, İndonesia(Endonezya). Şuan bu ülkelere baktığımız zaman hepsinde isyan olduğunu görürüz. Bu isyan Zizek'in ve aktivistin bahsettiği serbest piyasa sistemiyle, otoriter güçlerle, özgürlüklerle ilgilidir. Şuan sadece Meksika'da tam anlamıyla bir direniş başlamadı ancak 2 tane deneme yaşandı. Orada da en kısa zamanda bir direniş başlayacaktır. TİMBİ diye tabir edilen ülkeler ekonomilerini geliştirirken otoriter yapılarıyla da halka tam anlamıyla zulüm yaşattı. Bizler bugün bu düzene karşı ayaklanırken, sistemin oyununa gelerek, sistemin istediği yere evrilmemeye dikkat etmeliyiz. 

Ted Kaczynski'nin "Ahmaklar Gemisi" adında çok başarılı bir öyküsü vardır. İsteyenler okuyabilir. Orada anlattığı gemi bugünkü dünyaya çok benzer. Ortada "asıl" sorun dururken gemideki insanlar "başka" sorunlarla uğraşır ve hak ararlar. Kaptan -yani iktidar- onlara birtakım haklar vererek isyanlarını bastırır, ama tam anlamıyla bir hak kazanımı olmaz. İnsanlar bu haklar peşinde koşup dururken "asıl mevzu"yu es geçerler ve sistemin oyuncağı olurlar. Oysa sistemi yıksalar, istediklerini alacaklardır. Asıl mevzuya başkaldırmadıkları için de kötü son yaşanır ve gemi batar. Ben bu hikayeyi çok severim ve geminin batmaması için bu yazıyı yazıyorum. Bizi boş mevzulara ve söylemlere yöneltmeye çalışıp, asıl amacımızdan saptırmaya çalışanlar olacaktır. Mısırlı aktivistin başına gelenler bize tecrübe olmalı ve üzerimizde oluşacak her türlü otoriter yapıya karşı gelmeliyiz. Aktivistin dördüncü maddesinde söylediği, "her zaman planları olacaktır" sözünü beynimize kazımalıyız. Artık halk olarak söz söylemenin zamanıdır.

Şimdi TİMBİ ülkelerinin içinden Türkiye'yi çekip buraya yönelelim. Tayyip Erdoğan sürekli olarak Amerika'ya ve "dış mihraklar"a yükleniyor. Çoğumuz saçma buluyor bunu. Evet saçma gerçekten, çünkü biz kendi insiyatifimizle sokaklara çıktık. Ancak ne Tayyip Erdoğan gerizekalı, ne de dış mihraklar. Dediğim gibi, bunu kullanmaya çalışacaklar. Gezi direnişinden bir ay önce Tayyip Erdoğan Amerika'yı ziyaret etti ve bir konferansta Emine Erdoğan'a kitap armağan edildi. İşte o kitap:

Kitapın adı çok açık: "Diktatörlüğün Psikolojisi". Emine Erdoğan burada eblek eblek gülüyor belki ama RTE bu kitabı görünce nasıl sinirlenmiştir merak ediyorum. Mesaj da çok net ve Tayyip'in o mesajı aldığını konuşmalarından çok iyi anlıyorum. Bugün CNN İnternational ve birçok dış medya Tayyip'e diktatör diyor. Tayyip'i öve öve bitiremeyen İngiliz Ekonomi Dergileri (ki bunlar çok önemlidir) Tayyip'i sultan olarak yayınlıyor, dalga geçiyor, anti-demokratik diyor. ABD yaşanan süreçte iktidara olan tepkisini gösteriyor. Dünyanın her yerinden (aralarında çok da özgür olmadığını düşündüğüm sanatçılar var) Gezi direnişçilerine destek mesajları yağıyor. Bunlar basit şeyler değil. Burada "dış mihraklar" ile AKP arasında bir savaş söz konusu. Bunu en iyi ve ayrıntılı şekilde ele alan makaleyi de lütfen buraya tıklayarak okuyunuz.

Tayyip 11 senelik iktidarlığı boyunca çok güç topladı. Aslında gezi parkı'nı yıkarak yapmak istediği şey de bu gücün bir temsili. Bunu anlamak için de buraya tıklayarak makaleyi okuyunuz. ABD bu tip mevzularda hiç boş durmadı ve gücü eline almış her türlü iktidarı kendi yönettiği devrimlerle indirdi. Son yıllardaki vaziyete baktığımızda bunu anlamak zor değil. ABD ve Gülen cemaati ifade özgürlüğüne önem verdiğini söylüyor, AKP içindeki cemaatçi tayfa "mesaj alınmıştır" diyor ancak Tayyip her konuşmasında daha sert konuşuyor, hem çapulculara hem de "dış mihraklar"a kafa tutuyor. İşte buradaki güç savaşını doğru algılamak gerek. ABD'nin bu olaylarda bir taraf olduğu aşikar. Benim en büyük korkum direnişin -tabiki de istemeyerek- buna hizmet etmesidir. Açıkçası Arınç'ın ve Gül'ün açıklamalarından almış olduğum alt mesaj pek iç açıcı değil. ABD gücü eline alan bu tip "diktatör"leri tahtından indirmiştir, halkın eline vermiştir. Yakın tarihte bunu gördük. Demokrasinin olmadığı yerlere demokrasiyi götürmüştür. Arınç ve Gül'ün konuşmalarından aldığım alt mesaj da - bu tabiki benim düşüncem- tıpkı Mısır'da ordu tarafından gücün devam ettirildiği gibi, Gülen Cemaatinin -el değiştererek- gücü tekrardan kendi eline alma çabasıdır. Tabi burada bir diktatör feda edilerek halkın gözü boyanarak güç yenilenecek yada el değiştirilecek. Tabi bu sadece bir düşünce, 10 aylık süreçte nelerin olacağını daha iyi göreceğiz.

"Ne ABD ne AB, tam bağımsız Türkiye" senelerden beridir sol örgütlerin en çok kullandığı sloganlardan biridir. Ama ne gezide, ne forumlarda, ne sokaklarda ben bu slogana rastlamadım. Slogan atıldıysa da çok az atılmıştır. Nedenini bilmiyorum. Ama bu sloganı atmalıyız diye düşünüyorum. Yanlış anlaşılmasın buradan ideoloji propagandası falan yapmıyorum ancak karşı çıktığımız şeyin kökeninde bu da vardır. İçerisinde bulunduğumuz hal, ABD'nin orta doğu projesinin sonuçlarından biridir. Neyse, siyasete pek girmeden arka plana devam edelim.

Şimdi dış mihrakları bırakıp ülkemize dönelim. Tayyip Erdoğan bu günlerin en büyük provokatörü ve her konuşmasında ülkeyi iç savaşa sürüklüyor. Önce "evlerinde zor tuttuğumuz %50 var" dedi. Sonra o insanlar "yol ver gidelim, taksimi ezelim" dedi. Hepimiz kin duyduk bir anda değil mi? "Onlar"da bize kin duydu tabiki.  İşte bunlar da Tayyip'in planları. Bu plana karşı da önlem almalıyız ama bunun nasıl olduğu hakkında fikrim yok, oturup tartışmalıyız. 16 Haziran tarihinde AKP mitinginde Tayyip halkı gaza getirdi ve akşamında Cihangir taraflarında eli sopalı AKP'liler arkalarında çevik kuvvetle beraber benim de içinde olduğum bir gruba saldırdı. "Duranadamakarşıduranadamlar" türedi. "Onlar" ve "biz" olarak ikiye ayrıldık. Onlar saldırdı, biz facebook'ta "hüloooğ"larla "başbakanın götünün kılıyım"larla dalga geçtik. Şunu söyleyeyim; bu bize bir şey kazandırmaz, gittiğimiz yer iç savaş olur sadece. Bu da insanların ölmesi demektir. O yüzden ben "biz" ve "onlar" kelimelerini kullanmayacağım, size de bunu öneririm. Karakterimde olmasa bile gidip o insanlara durumu izah etmeye çalışacağım. Çünkü cehalet en büyük düşmanımız ve Tayyip bunu kullanıyor. Onun oyununa gelmeyip, bu oyunu bozmalıyız.

Bir ek bilgi olarak, Nietzsche der ki;
''Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır! Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir!"

Söyleyeceklerim bu kadar. Yazıyı okuduğunuz için teşekkür ederim. Bu süreçte başarıya ulaşmak istiyorsak aramızda paylaşımlarda bulunup direnişi güçlendirmeliyiz. Bu yazının amacı da bu. Mısır'ın ve diğer ülkelerin düştüğü hatalara düşmemek için bilgili olmalıyız. O yüzden bu yazıyı lütfen yaymaya çalışın. Arkadaşlarınıza okutun. Gerek direnişçiler, gerekse AKP tarafında olanlar bu yazıyı okusunlar. Ben bu söylediğim şeylerin doğruluğunu yada yanlışlığını belirtmiyorum. Sadece dikkat etmemiz gereken noktalar var diye bunları yazma ihtiyacı hissettim. Bu düşünceler adına yada direnişle ilgili başka bilgiler ile paylaşımlarda bulunursanız, görüşlerinizi iletirseniz sevinirim. Daha sağlam yol almış oluruz. Mail adresim; cgkn_yapici@gmail.com 

Son olarak; Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert ve Mehmet Ayvalıtaş bizim yürüdüğümüz yolda hayatlarını feda etmişlerdir. Onların yürüdükleri yol bize miras kaldı. Bu mirası onurlu bir şekilde taşıyabilmek için özen göstermeli ve dikkatli olmalıyız. Bu yolda yürüyen herkese bin selam. Umarım güzel günler görürüz, güneşli günler... Bunun için dikkatli olalım.

Saygılar.

Edit-ekleme: İnternette dolaşırken bir OTPOR belgeseline rastladım ve burada onu paylaşmak istedim. Mısır'daki olayları açıkça anlatıyor ve ülkemizde de her konuda olmasa bile birkaç ortak nokta bulmak mümkün. Sembolleri konusunda da şunu söyleyeyim, bir yanlış anlaşılma var. Her türlü yumruk OTPOR anlamına gelmez. OTPOR yumruğunun bir şekli vardır aynı şekil çeşitli ülkelerde kullanıldı. Mesela: Dev-Yol yumruğunu görünce ahanda OTPOR falan demeyin, alakası yok. Eylemlerin şeklinden zaten her şey anlaşılabilir. İşte OTPOR belgeseli:


13 Haziran 2013 Perşembe

Gezi Parkı - Mail

13.06.2013 tarihli Vatan Gazetesi’nde bir gazetecinin Gezi Parkı’nda yaşadığı tecrübesine rastladım. Yazının sahibi olan Mine Şenocaklı’ya bir mail gönderdim ve yaptığım bu paylaşım aslında sadece ona değildi. Dolayısıyla blog adresimde de paylaşmak istedim. Şu süreçte pek evimde bulunamadım. Yaşadıklarımı anlatacağım demiştim ama anlatamadım. Bu mail'le de anlatabildiğimi düşünmüyorum tabi. Kısa bir şekilde değindim yaşadıklarıma ama sahip olduğu ruh açısından önemli buluyorum bu mail'i. Ufak ve kısa bir mail, okumanızı isterim. 

İşte mail’im;

“Merhaba,

Bugün yazınızı okudum ve benzer şeyleri yaşadığım için gözlerim doldu. Ben de yaşadığım korku dolu anları size yazmak istedim. Şunu söyleyeyim, biber gazından dolayı defalarca gözlerim yaşardı ancak daha fazla gözyaşını Taksim'de görmüş olduğum dayanışma için akıttım. Beni duygulandıran ve gururlandıran bu insanlarla da paylaşıma girmekten büyük zevk duydum süreç boyunca. Bu sebeple size de yazmak istedim yaşadıklarımı.

Tıpkı sizin gibi ben de ölmekten korktum günler önce. Gördüklerimi ancak orada olanlar ve bu şiddete maruz kalanlar anlayabilirler. Hatta bu şiddete maruz kalmayan kişiler, belki sizin kaleme aldığınız hadiseden pek fazla etkilenmemiş olabilir. Ama ben aynı şeyleri yaşayan ve o korkuyu tadan biri olarak yazınızı ağlayarak okudum. Kelimelerinizi okurken yaşadığım korku dolu anları gördüm hep. Şimdi hayatımda ilk kez bir köşe yazısı için bir yazara mail atıyorum, umarım okursunuz.

Direnişin Beşiktaş'a yansıdığı, akaretlerin savaş alanına döndüğü, meşhur dolmabahçe camii olayının olduğu günlerde ben de oradaydım. Dolmabahçe tarafında halka beraber yürürken arkamızdan toma'ların adeta bizi ezmek için üstümüze sürüşlerini, önümüzden gelen gaz bombalarıyla bizi araya sıkıştırıp bütün hınçlarıyla saldırışlarını gördüm. GÖRDÜM! Gördüğüm için biliyorum. Siz de biliyorsunuz. Resmen bizi öldürmek için oradalardı, hissediyordum. Biber gazından kafası yarılan birçok insanın arasında kendimizi korumaya çalıştık, korkunç dakikalardı. Daha önce hiç kullanılmayan, çok ağır ve rengi olmayan bir gaz yedik. Bayılanlar, fenalaşanlar, yaralananlar, birçok şey gördüm. Ağladım. Biber gazından, polisin bu şiddetinden ve halkın mükemmel dayanışmasından ağladım.

Orada hissettiklerim aynen şöyleydi: "şuan birkaç kişi ölmüştür, birkaç saat içerisinde de biz ölebiliriz." Bu duyduğum sadece korkuydu ve bir şekilde oradan kaçmayı başardık. Daha sonra ilerleyen saatlerde metrobüs durağındaydık ve 25 yaş civarında bir genç koşarak bize doğru geldi ve sarıldı. Ağlıyordu. Eli, ayağı titriyordu ve krize girip bayılmak üzereydi. Gezi'de öğrendiğimiz az biraz bilgiyle ilk yardımda bulunduk ve sonra o genci dinledik. Anlattıkları kanımı dondurdu. Aynı bizim gibi o da oradaymış ama kaçamamış. Bir kafeye sığınmışlar. Aradan epey zaman geçtikten sonra kendi aralarında karar alıp, nefeslerini tutarak kaçmayı planlamışlar. Kafeden çıktıkları anda kafalarına biber gazı yağmış. Gencin anlattığına göre tam yanında koşan birinin kafasına denk gelmiş. "Yerde can çekişerek çırpınışını ve ölüşünü izledim" dedi bize. "O olmasaydı, benim kafama isabet edecekti ve ben ölecektim. Biz ne yaptık abi bunlara? Bu kin ne? Bizi neden öldürmeye çalışıyorlar" dedi. Geçirdiği sinir krizi artık beni de esir almıştı. Çünkü orada yaşananları biliyordum. Siz de biliyorsunuz artık, anlarsınız. Muhtemelen o genç ölmedi, bir hastanede kurtarıldı ama ölebilirdi. Ölebilirdik orada, bunu çok net hissettim. O gün ölebilecek olmamdan korktum. Daha 22 yaşındayım, ölümden korkmak ne demekmiş anladım.

Ben bu yaşadıklarımın hiçbirini unutmadım, unutamayacağım. Geceleri rüyalarıma giriyor. Bazı günler gözlerim dalıp gidiyor o yaşadıklarıma. O aslan gibi gencin hüngür hüngür ağlarken söylediği sözler geliyor aklıma. Cidden biz bu insanlara ne yaptık? Şimdi bir de ben sorayım; Biz bu yaşadıklarımızı nasıl unutacağız?

Açık konuşayım, ben o gün polise kin besledim. Yaşadıklarınızdan dolayı etkilenen psikolojiniz ile dediğimi anlayabilirsiniz ama yine açık konuşayım, gezi parkındaki dayanışma ve tutum benim bu hislerimi düzelten taraf oldu. Biz direnişçiler olarak dünyaya ders verdiğimizi söylüyoruz ama aynı zamanda bizler de orada birçok ders alıyoruz. Ben orada saygı duymayı, beraber ve "insan olma hassasiyeti" ile yaşamayı öğrendim. Normalde vatan gazetesi okuyan bir insan değilim, bugün elime geldi ve tesadüfen okudum sizi. Eskiden araştırıp kim olduğunuzu, neci olduğunuzu araştırırdım ama bugün umurumda değil bu. Ben geziden bunu öğrendim ve sizi bu dayanışma ile selamlamak istiyorum.

Siz bayılmışsınız, geçmiş olsun. Ben de tam bayılmak üzereyken, kollarıma iki kişi girdi ve kurtardı beni. Oradaki dayanışmada yer alan ve bizi kurtaran bütün insanlara da gönderdiğim selamı sizle paylaşmak isterim. Bugün yine Taksim'deyim. Onları görünce duygulandım tekrardan ama bu kez piyano ile "karlı kayın ormanı" söylenmesine doldu gözlerim. Yazımın başında dediğim gibi gözlerimizi dolduran tek şey biber gazı değil. Biz yalancı ve hissiz insanlar değiliz, çapulcu ve güzel insanlarız. Ben size yazmak istedim çünkü gözlerimizi dolduran bu diğer şeylerin varlığını da görmek sizi mutlu edecektir diye düşünüyorum.

Yazınız için teşekkür ederim.


Saygılarımla...”




13 Mayıs 2013 Pazartesi

Reyhanlı Patlamaları - 2.Yazı



Reyhanlı patlamasının hemen ardından sıcağı sıcağına yazdığım bir yazıyı blogumdan paylaşmıştım. Link için tıklayınız... Daha sonra gelişen süreçle ilgili de ikinci bir yazı yazma gereksinimi duydum. Bu yazı diğerine göre biraz daha uzun ve daha çok kaynak içeren, daha derin bir yazı olacak. İlk yazdığım yazı tamamıyla politika karşıtı ve orta doğudaki projeye karşı oyuna gelmememiz gerekliliğini ortaya koyan bir söylem içeriyordu. Bu söylem sadece bu patlamada değil, daha önceleri de mevcuttu. Bu günleri göreceğimiz belliydi, daha sonrası için çizdiğimiz senaryoların gerçekleme olasılığının ne kadar yüksek olduğu da bu 2 günlük süreçte kanıtlandı. İşte bu oyuna dur demek için, bir farkındalık oluşturmak gerekiyor. Bu farkındalığın neresinden tutarsak kardır. Lütfen zaman ayırıp hem bu yazıyı hem de vereceğim kaynakları okuyunuz. Varolan yayın yasağına karşı da bu bilgileri paylaşırsanız, farkındalık yaratma açısından yararlı olacaktır.

Sikkofield'ın yazısı için tıklayınız... Ben ayrıyetten aynı şeyleri yazmadan okumanızı şiddetle tavsiye ettiğim birkaç link sunacağım böyle. Bu yazıda da bahsettiğim projenin gelişimi güzel incelenmiş, okuyunuz. Kendi yazıma başlamadan önce, saldırıdan bir buçuk ay önce yayınlanan Anonymous'un videosunu paylaşacağım. Sanırım gelinen noktanın sebebi ve geleceğini anlamak açısından oldukça anlaşılır bir video.

          

"Bu oyuna dur demek politikanın işi değildir, çünkü politikanın işi savaştır. Bu savaşı durduracak olan halktır. "  demiştim bir önceki yazımda. Şimdi kısaca, birkaç siyasinin haberini vereceğim.

Yürütmenin başı olan Recep Tayyip Erdoğan,  ülkesindeki 100'den fazla yurttaşın ölümüne yol açan terör eylemi yapılırken otel açılışı yapıyor. Sonra da Hatay'a ne uğruyor, ne de kayda değer bir şey söylüyor. Sadece 2 gün önce "ABD, Suriye'ye girerse destek oluruz derken" daha sonra, çözüm sürecini kıskananların yaptığı eylemlerdir demekle yetiniyor. Erdoğan'a cevap olarak daha sonra link vereceğim.


Bütün bu olaylardan sorumlu olan ve istifa etmesi gereken hükümetin dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu, saldırı haberini gülerek açıkladı.


Birazdan birkaç video sunacağım ve göreceksiniz, hükümetten kimse Hatay'a gitmedi, halk orada kendisi müdahalede bulundu ve ölülerini kendi topladı. Hatay'a basın bile sokulmadı ve sonradan satılmış medya mensupları ile halka yanlış bilgiler verildi. Bunlara da sonra geleceğim.

Bazılarına bir zamanlar protesto olarak yumurta atılmıştı. Burhan Kuzu gibi. Burhan Kuzu, 11 Mayıs akşamı oğlunun nikahını kıyıyor, Nazlı Ilıcak çok mutlu, devletin önde gelenleri nikahtalar. Yüzler gülüyor. Herkes halinden memnun. Zamanında bu insanlara neden yumurta atıldığı anlaşılıyordur sanırım.



Neyse, bunlar bildiğimiz olaylar. Fazla uzatmayacağım. Sadece şunu söylüyorum. Bu süreci getiren AKP hükümetidir. ABD yardakçılığıdır. Böylesine önemli bir olaydan sonra hükümet istifa etmiyorsa eğer, olayın bir parçası olduğunu kanıtlamış demektir.

Gelelim asıl noktaya. Ülkede yas ilan edilmesi gerekirken yasak ilan edildi. Yayın yasağı geldi ve halkı kandırma politikası tekrar başladı. Ancak politikanın karşısında olan Red Hack yas ilan etti ve halkın yanında olduğunu gösterdi.


Peki neden yayın yasağı geldi? İlk yazımda paylaştığım 2 videoyu izlediğinizde anlamak çok kolay. Halk o kadar tepkili ki Erdoğan'a bırak istifa çağrısını küfürler yağıyor. İktidar başa çıkamayacağı bu olayı halkı kandırarak, onları bilgisiz bırakarak ve yalan bilgi vererek çözmeye çalışıyor. Olay yerinden görüntü almaya çalışan basın mensupları göz altına alınıyor. Ama ben halktan gelen videolardan 2 tanesini daha paylaşacağım.



Videolardan saldırının ciddiyetini ve büyüklüğünü anlamak mümkün. Böylesine bir olaydan sonra Erdoğan'a televizyonlardan nefret kusulmasının yerine Survivor'ı, Benzemez Kimse Sana'yı, Komedi dizilerini, saçma sapan kadın programlarını izliyoruz. Bize düşen elimizden geldiğince haberi halka göstermek. Çünkü gösterilmemesi ve olayın unutulması için elden gelen her şey yapılıyor. Twitter üzerinden veya başka mecralardan yazan kişileri de provokasyonla suçluyor hükümet ve kişiler tespit edilmiştir diyor. Asıl provokasyonu da kendisi yapıyor. Halka yalan haber veriyor.

Yayın yasağı neden yapılıyor? Çünkü halktan gelen sesin, Hatay'dan gelen doğru bilginin önüne geçilmeye çalışıyor. Hatırlarsanız, Uludere katliamı 500 günde çözülememişti ancak Reyhanlı'yı birkaç saatte çözdüler. Kimlerin yaptığını hemen buldular. Hemen Esad'ı karşılarına alıp, Amerika'ya uçtular ve Obama'ya olayı çözelim dediler. AKP'nin rengi çok açık. Olaydan hemen sonra açıklama yapan bütün bakanlar ve başbakan sorumlu olarak Esad'ı gösterip "cevap verilir", " intikam alınır" açıklamalarıyla asıl provakasyonu yaptılar. Medya üzerinden de bunu yaymaya çalıştılar. Çünkü asıl sorumlu Esad değildi. Eğer Hatay'dan yayın yapılsaydı televizyonlarda halk bunu görecekti. Ancak hükümet başka konuştu, satılmış medyaya da kendi dilini konuşturdu.


Şimdi Akp'nin satın aldığı medyadan bir yazı sunacağım. Doğru olan cümle yok gibi. Külliyen yalan. Yazıya ulaşmak için tıklayınız... Akp bir anda mülteci dostu kesildi. Bunun yalan olduğunu Festus Okey olayından çok rahat anlayabiliriz. Dediğim gibi politikanın bütün işi gücü yalandır. Sahiplendiği amaç uğruna söylemediği yalan, yapmadığı katliam kalmamıştır. Türkiye'de bunun en büyük örneğidir AKP hükümeti. Peki külliyen yalan olan bu yazıyı gerçek bir Reyhanlı'lıdan dinlemek isterseniz de bir sözlük yazarı var. Okumak için tıklayınız...

Dediğim gibi, aynı şeyler yazılmışken ben tekrardan burada kalabalık etmeyeceğim. Söylemek istediğim bir şey ve ardından paylaşacağım iyi bir yazı var. Reyhanlı'da şuan birçok mülteci yaşıyor. Patlamada ölen mülteci sayısı ise bildiğim kadarıyla 0(sıfır). Bunun olma olasılığı nedir sizce? Demek ki, önceden bilinen bazı şeyler vardı. Demek ki bu bir oyun, bu politikanın bir oyunu. AKP'nin ve ABD'nin destek çıktığı ÖSO, böyle bir patlamada ölmüyorsa, Bu 3'ü de olaydan sorumludur. Olayın baş kahramanlarıdır hem de. Eğer bu saldırıyı Esad gerçekleştirmiş olsaydı ÖSO'yu değil de Hatay halkını öldürmüş bir saldırı mı olurdu sizce? İşte demeye çalıştığım şeylerin kanıtları bunlar. Şimdi size bir yazı paylaşacağım, mutlaka okuyun. ÖSO'nun daha önceden bilgi sahibi olduğunu anlayacaksınız. Yazıya ulaşmak için tıklayınız...

Yukarıda Recep Tayyip Erdoğan'a cevap olarak bir link vereceğim demiştim. Sendika.org'daki bu yazının sonunda Suriye Enfermasyon Bakanı Umran Zubi, bahsettiğim cevabı çok güzel vermiş. Okuyun. Okumazsanız, kendi özfarkındalığınızı yaratmazsanız, sizin canınıza okuyacaklar bu süreçte. Ölen yüzlerce insan gibi... Eğer okumazsanız, siz öldükten sonra satılmış gazeteler sizin için nasıl ibarelere yer verecekler; Buyrun bakın... Bizlere insan gibi bakmadıkları çok açık değil mi? Onların gözünde kendi amaçları uğrunda ölen maliyetleriz. Hiçbir şeyiz biz politikanın gözünde. Peki bu politikayı kim başa getiriyor? Biz. O yüzden "dur" demek de bize düşer bu saatten sonra.

Bundan 3 sene önce, Tayyip Erdoğan, Esad için "kardeşim Esad" diyordu. Şimdi düşmanım diyor. Neden sence? "Libya'da Nato askerinin ne işi var" dedikten 1 ay sonra "Nato Libya'ya girmelidir" diyen Tayyip Erdoğan'a bu lafları söyleten sebep neyse aynı sebep. Oyunun bir parçası sadece, bu adamlar sadece birer kukla.

ÖSO, kim bak gör. ÖSO'nun Türkiye sınırlarına neden alındığını da daha iyi anlarsın sanırım artık. Ama biz halk olarak bu oyunun bir parçası olmayacağız. Ayrıca Bu +18lik görüntüler de ÖSO'ya ait.


Olaydan sonra yazdığım yazıda bu olayı Esad rejimine yıkacaklarını söylemiştim. 




Bunlar basından küçük küçük notlar ve her şeyi oraya koyuyor sanırım. İlk yazımda bahsettiğim, Boston Maratonu yazımda bahsettiğim, senaryonun nasıl devam ettiğini gösteren haberler sadece. Beklediğimiz şeyler. Gelecekte de beklediğimiz şeyleri yapmaya kalkışacak emperyalist strateji. Bunları biliyoruz. Artık bu kanın önüne geçmemiz lazım, oyuna dur demek lazım. Adeta dalga geçiyorlar bizimle. Şu haberlere, şu yalanlara bakın. 

Yazının başında Anonymous'un videosunu paylaşmıştım. Orada dünyaya nasıl yalan haber yayıldığını gösteriyordu. İşte aynı o haber gibi bunlar da yalan. Politikanın her şeyi yalan. Yurtdışında olan arkadaşlarımla konuştuğumda, haberin orada nasıl yankı bulduğunu sordum. Hangi ülkeye bakarsanız bakın, şu haberi vermiştir. "Suriye, Türkiye'yi bombaladı." Bunun ne anlama geldiğini biliyorsunuz sanırım. Bizi savaşın içine çekmeye çalışıyorlar, bu çok açık. Hem de yalanla dolanla. Bak bunu bugün söylemiyoruz sadece, ezelden beridir söylüyorduk, anla artık. Anonymous'un o videosu boş değil.

BBC'nin şu haberine bakın. Ocak 2013'e ait ve ÖSO'nun yaptığı bombaları anlatıyor. Bahsettiği yer de  büyük ihtimalle Reyhanlı. Görmezden gelmeyin bunları, görün.

Neyse lafı fazla uzatmayacağım her şey ortada. Genel bir bakış açısı geliştirirsek eğer, ABD'nin orta doğu'da dinleri, mezhepleri, ırkları birbirine düşman edip böldüğünü ve daha sonra bu kargaşayı önlemek amacıyla ülkelerin iç işlerine karıştığını, müdahale ettiğini görüyoruz. Senelerdir bunu tecrübe etmiş vaziyetteyiz. ÖSO'nun aynı zamanda alevileri de hedef aldığını söyleyeyim. Bunu hem sendika.org'dan alıntı yaptığım yazıda, hem de bu haberden görmek mümkün. Tabi çeşitli yerlerde de bu alevi düşmanlığına rastlayabilirsiniz.

Defalarca söyledim, söylüyorum; bu bir oyun, bu bir strateji. Bu oyuna ortak olmayın. Oyuna gelmeyin. AKP yayın yasağı getirerek halkın sesini kısıyor ve kendi söylemlerini taşıyor televizyonlara, gazetelere. Kendine muhalif olan sosyal medyaya da tehditler savuruyor. Tam bir sansür hükümeti. Onların söyledikleri yalan, onların getirdikleri ölüm. Amaçları, insanlık dışı politika. Politikaya güvenmeyin, halkı dinleyin. Yalana ve oyuna ortak olmayın.

Haberlerde 40 civarı ölü diyor, inanmayın. En az 120 ölü var. Rakamlara takılmıyorum, yanlış anlaşılmasın. Söylenen yalanlara takılıyorum. Uludere'de katliam olduğunda bunu hiçbir haber bülteni vermemişti, olay twitter üzerinden yayılmıştı. Güvenmeyin haber bültenlerine kandırıyorlar sizi.

Böylesine bir terör eyleminden sonra yas ilan edilmesi gerekirken, yayın yasağı geldi. Televizyonda eğlence programlarını izledik. Fenerbahçe - Galatasaray maçına odaklandık. Spiker maç başladığında "Türkiye'de hayatın durduğu an" dedi. Oysa hayat Türkiye'de zaten durmuştu, hala daha durgun. Sadece bunun böyle olmadığını göstermeye çalışan bir hükümet ve onun yalakası medya var. Bizi uyutmaya çalışıyorlar, eğlenceyle, maçla bilmemneyle. Yas ilan edilmeliydi, yas. Bunu halkın yanında olan Red Hack yaptı. Şu sıralarda da yazının başında yazdığım Burhan Kuzu'nun sitesini hacklediler. İşte halk böyle tepki göstermelidir. Red Hack üstüne düşen görevi yapıyor. Topyekün halk da üstüne düşen görevi yapmalıdır. Patlamanın sorumlularından hesap sorulmalıdır.



Hükümete de "halk şoku" gerekiyor artık. İstedikleri gibi hareket edip insanların canlarına mal oluyorlar. Umran Zubi'nin söylediği her sözün arkasındayım. Yazımı da bunla noktalandıracağım. Daha yazacak şeyler de mevcut ancak genel hatlarıyla bunları söylemek yeterli. Bundan sonra büyük bir gelişme olmazsa üçüncü bir yazı yazmayacağım ama twitter hesabımdan tek tük şeyler yazmaya devam edeceğim. Hükümet tehdit edip dursun anca.

Sonuç olarak özet geçeyim. Bu patlama bizi Suriye savaşına sokmak isteyenlerin üstlendiği bir oyundur. Bu oyunu bozalım! Halk olarak dur diyelim. Artık televizyonlarda hükümetin ve yalakalarının sözlerini dinlemekten sıkıldık. Artık sözü biz söyleyelim. Hükümet bu olayın ardından hangi tarafta olduğunu çok net göstermiştir. Biz ise o tarafa ait değiliz. Bu yalana ortak olmayacağız. Bunun için de kandırmaya çalıştıkları halk üzerinde bir farkındalık yaratma çabasındayız. Kanmayın, oyuna gelmeyin. Yalan söylüyorlar! Okuyun, okutun. Hiçbir yazımda bunu paylaşıp etme kaygısı duymadım ama bunu elimden geldiğince paylaşacağım ve sizden isteğim, bu yazıyı paylaşın.

Takip etmenizi istediğim bir twitter hesabı var: Suriye Gerçekleri. Yalanı değil gerçeği görmeniz açısından değerli bir sayfa, değerli bir iş yapıyorlar.

Artık yazıyı sonlandırma vakti. Umran Zubi'nin sözleriyle yazımı noktalıyorum. Daha önce de linkini vermiştim tekrar vereyim, tekrar yazmayayın buraya. Tıklayınız.. Yazının hemen sonunda göreceksiniz Umran Zubi'nin söylemini.

Tekrardan halkımızın başı sağolsun.