Müzikte Yeni Bir Tarz : Samimiyet

Son zamanlarda popüler kültüre ait olmayan ancak yavaş yavaş bazı çevrelerce moda haline gelmeye başlayan bir müzik tarzı oluşmakta.

Çünkü İnsan...

Söyledikleriniz beni cezbetti doğrusu. Ama bu ülkede günler Neşet Ertaş ile biter. "Cahildim dünyanın rengine kandım" der her akşam ve ...

Kalbim

"dayanmak artık kolay değil bırakacak gibisin yarı yolda, kalbim"

Evren Bozması

üyük ev ablukada'nın en vurucu sözlere sahip 2 şarkısından biri "evren bozması". Diğeri de "en güzel yerinde evin" ama onla ilgili değil tabi bu yazı, "yakınlarda bir gezegende unuttuğum tüm şeyler"le alakalı.

"F Tipi" Filmi Hakkında...

devrimciler gidip filmde sıkılırken, filmden çıktıktan sonra "mutlaka izleyin bu hikayeler gerçek, f tiplerinde olanları görün" falan diyebilirler ama çok net biliyorum filmde sıkıldılar. çünkü evet anlatmak istenilen şey güzel ama ortaya çıkan şey değil.

30 Aralık 2011 Cuma

29 Aralık 2011 - Kara Gün

Herkesin hapishanelere tıkandığı bir ülkenin, balkan soğuğu bir sabahına uyandım. Trakya Üniversitesi Balkan Merkezi'nde Ahmet Davutoğlu konferans veriyordu. Öğrenciler uzun kuyruklar halinde tek tek aranıyor ve içeri alınıyorken, sıra bana geldi. Ev arkadaşlarım, içeri girerken sivil bir polis beni durdurdu ve "bu arkadaşı içeri almayın" diye emir verdi. Anladım ki, Tayyip'in söylediği guguk devleti gerçekleşmiş. Hiçbir gerekçe göstermeksizin, hiçbir arama yapılmaksızın, içeri alınmadım ve daha sonra bunu protesto etmeye başladım orada.

Birkaç kişi daha benim durumuma düşerek içeri alınmadılar ve nedense hepsi, üniversite'nin düşünen entelektüel insanları. Nedense hepsi, orada Davutoğlu'nun korktuğu kişilerdi.(bir not: Bir arkadaşımız Tuncelili olduğu için bir arkadaşımızın adı Taylan Özgür olduğu için içeri alınmadı.) Ve demokratik bir şekilde, haklı protestomuzu yapmaya başladık ancak bir anda özel güvenliğin saldırısına uğradık. Daha sonra da çevik kuvvetle beraber kadın arkadaşlarımızı yerlere yatırıp tekmelemeye kalkıştılar. Ögb yetkisinin dışına taşmış öğrencilere saldırıyor, Davutoğlu içeride diktatörlüğünü kurmuş konuşuyordu.

Sinirli bir gün başlangıcıydı ama olumlu yanları da vardı. Açıkçası bu kadar korku saldığımızı bilmiyordum Akp'ye. Bu kadar korkuyor olmalarına sevindim. Çünkü o espri politikalarıyla bir gün gülemeyecekler azınlıklara. Çünkü bir gün o koltuktan indirecek bu gençler, yıkılacak bu oligarşik yapılanma.

Sonra eve geldim ve daha sinirlendirici şeyler olmuş, hep masum olanların öldüğü, suçluların maaşlarına zam yapıldığı ülkemde. Uludere'ye kurşun yağmış gökyüzünden. Katledilmiş insanlar. Katliam mı operasyon mu diye tartışılır olmuş. Ben söyleyeyim katliam. Ve devlet, uçaklarıyla bir halkı katlediyorsa, teröristtir.

Ama bu katliamdan daha acısı var. O da halkın tepkisi. O kadar insan ölmüş, kimse insan hayatını konuşmuyor, yok kaçakçılardı yok pkk'ya yakınlardı bilmem ne... Medya desen, olayı saklamaya çalışıyor halktan. Medya devlet elele hep beraber cinayete ortak olmuş. Ben bütün bunlara karşı, Uludere'deki vatandaşların gözyaşlarını paylaşıyorum. Benim evimde yas var, bunu da eklerim. Ve 22 askerin öldürüldüğü günle aynı şiiri paylaşıyorum yine,
"gül memeler değil
domdom kurşunu
paramparça ağzımdaki..."

Ülkem nereye gidiyor, üzülüyorum. Katliamdan çok, insanların bu katliamı sahiplenmesine üzülüyorum. Kraldan çok kralcılara üzülüyorum. Ve bugün Akp iktidari, adeta Nazizmi aratmayacak düzeyde güç kullanarak kendi diktatörlüğünü kurmaya çalışmakta. Ama karşılarına çok insan alıyorlar ve birgün bu insanlar bu yapılanmayı çökertecek. O günlere bir mum yakarak, büyük umutlarla bekliyorum. Ve bir şarkı söylüyorum, biliyorum ki siz de söyleyeceksiniz. Bilin siz de, farkına varın.

"Fişlenmişim, adım eşgalim bilinmekte."

27 Aralık 2011 Salı

SORGUSUZ - Kısa Film

"bencebir" ile "disconnectus erectus" arasında kalmış bir karakterin 1 günü. Sorgusuz bir hayat ve rüzgarın götürdüğü yerde...
Amatör bir filmdir. Maddi kaynak 0dır. Tripotumuz da yok :) Eleştirilerinizi bekleriz bunların dışında.

24 Aralık 2011 Cumartesi

Fransa vs. Türkiye

Gündem olmuş Fransa, sövdükçe sövüyoruz. Tamam, eyvallah ama bunu yaparken de başbakanın bir sözü var: "Biz tarihimizle gurur duyuyoruz." Hemen söyleyeyim, ben gurur falan duymuyorum.

"Gitsin babasına sorsun" diyor Erdoğan, Sarkozy'e. Babası Pal Sarkozy, Cezayir katliamı sırasında askerlik yapmıştı. Sarkozy gitsin sorsun babasına Cezayir'i ama RTE de gitsin Erbakan'a sorsun. Refah partisi döneminde kendisinin milli görüşçü olduğunu biliyoruz ve şunu da söyleyelim, İşkenceci olarak bilinen FN lideri Le Pen, Erbakan'la olan yakın ilişkisiyle bilinirdi. Yani Erdoğan, sorarsa eğer hocasına Cezayir'i o da çok güzel anlatacaktır, neler yapıldığını. Hem de bir işkencecinin ağzından...

Tarihiyle gurur duyan Tayyip Erdoğan, işine geldiğinde yapıyor bunu. Nedense Atatürk, İsmet İnönü zamanında olan Dersim katliamı için özür dilerken. Talat Paşa zamanında olan katliam için, gurur duyuyoruz diyor. Ben Dersim'den de 1915'ten de gurur falan duymuyorum.

Fransa bu yasayla fikir özgürlüğünü, hiçe saymımştır. Ve sadece Sarkozy'nin seçimleri kazanma politikalarından biridir bu. Tıpkı bizde seçimler yaklaşırken, Kürt halkına verilecek haklar nasıl konuşuluyorsa, Fransa'daki durumda buna benzerdir. Ama şunu söyleyelim hemen Tayyip Erdoğan hükümetine. Siz değil miydiniz, "ermeni soykırımı vardır" diyeni Türklüğe hakaretten dolayı içeri tıkan. Bu ülkenin derin devleti değil miydi, Hrant Dink'i öldüren?

Diyor ki, bizim çok sayıda Ermeni vatandaşımız var. Peki soruyorum, her geçen yıl neden azalıyor Ermeni vatandaşların sayısı? Neden sırtından vuruluyor gazeteciler, plan yapmayın plan diye şarkılar yazıyor bu halk? Bunları da söylesin Tayyip Erdoğan. Eminim gurur duyuyordur.

Ve 35 gazeteci gözaltında. O kadar alıştık ki. Muhalif olan herkes gözaltında. İşte fikir özgürlüğü budur Türkiye'de. Sırrı Süreyya Önder'e niye telefon ettin diye, içeri alınırsın. Saçlarını neden kestirdin diye içeri alınırsın. Odanda Mahir Çayan posteri vardır, içeri alınırsın. Kısaca söyleyeyim, Akp'ye muhalif olursun içeri alınırsın. Ve Tayyip Erdoğan hükümeti değil midir, referandumda evet çıkartarak bu günlerin zeminini hazırlayan. Hukuk fuhuşu yaşamamızın sebebi Tayyip Erdoğan değil midir?

"Fransa'da fikir özgürlüğü var mıdır? Cevabını ben vereyim yoktur" demişti RTE. Ben de benzer bir cümle kurayım hemen buna katılmakla birlikte. "Türkiye'de fikir özgürlüğü varmıdır? Cevabını ben vereyim, yoktur. Fransa'dan da beter durumdadır özgürlüklerimiz."

17 Aralık 2011 Cumartesi

Dünya dikdörtgendir!




Dünya dikdörtgendir ve kapısı, penceresi vardır. Burası benim gezegenim, yaşamayı sevdiğim yer. Kapıdan dışarı çıkıldığında her şey değişir ve topluma karışılır. Şimdi çekmekte olduğum filmin son sahnesi gibi; benliğini yaşadığın bir yerden kalkıp, kalabalığın arasında kaybolursun. İşte bu kayboluşun, varoluşa dönüştüğü yerdir, bu dikdörtgen. Ve Dagur Kari yazımda bahsettiğim, Noi'nin hayatını kurtaran yerden bir farkı yoktur. Hayatımı bu dikdörtgene borçluyum, burada mutluyum. Ve panikataktan gebermek üzereyken bile kalp çarpıntılarımı mindere yatırıp, radiohead'e ses vererek, "hiç değilse huzurlu" olsun ne olacaksa demenin gururu vardır hala. Ve o hastalık, ölüm sancıları böyle dinmiştir.

Burada bir hayat vardır, ama toplumdan bir kaçış olarak da nitelendirmek yanlış olur. Çünkü tam karşıda, İnto the Wild'ın son cümlesi olan "mutluluk paylaşıldığında güzeldir." cümlesi yer alır. Yani, şu oluyor: Bu dünyanın bir kapısı ve penceresi var. Girilebilir, çıkılabilir, paylaşılabilir, kilit takılabilir.

Kalabalığa karışmadık daha. Karışmak gibi de bir niyetimiz yok, buradayız. Gelin bir de bu pencereden bakın dünyanıza. Hayallerinizin ne kadar küçüldüğünü bir de buradan görün. Pencereden dışarı bakarken, hemen sağda "hayal ettiğin kadar varsın" yazar. Bir şeylerin içinde hapsolmuş, tıkanmış değildir dünya.

Bu kafa hep şekil değiştirir. Duvardaki radyokafa, sinemakafasına dönüşürken, blog kafasıyla da bu mutluluğu paylaşmış oldum. Bu gezegen, insanın benliğinin ve varoluşunun önemini övmeye değer olduğunu göstermek için var hayatımda. Tüm dünyalılara selamlar.

16 Aralık 2011 Cuma

rise of the planet of the apes

"Cesar is home". Film hakkında söylenecek söz bu olmalı. 2011 yapımı ve yönetmenliğini Rupert Wyatt'ın yaptığı bilim-kurgu filmi, sonuç bölümüyle insanlığa büyük bir ders veriyor. Hatta bu dersi bazı eleştirmenler kaldıramamış, filme büyük eleştiriler yağmış.

Film, insanların doğayı tüketmesini çok güzel irdelemiş. filmin sonunda "ceasar, is home." cümlesi tüm filmin hikayesini anlatıyor zaten. İnsanlık, tarihi boyunca doğayı tüketerek yeni yerler keşfedip, yeni yerlere göç etmiştir. ve özellikle bazı din ve felsefeler ışığında doğayı, insan için yaratılmış bir nimet olarak görerek harcamaya kalkışmıştır. günümüzde de bu hala sürüyor. bu sebepten ötürü, hayvanların yaşam alanlarını yok etmiş, ya da onları yaşam alanlarından koparmışlardır. belki maymun veya soyu tükenen bir hayvan uç nokta olarak gelebilir ama evinde bir kedi besleyen insan bile bu suça ortak. hatta her insan bu suça ortak.

insan, bencilliğiyle tüm doğayı kendi için kullanmaya devam ediyor. mesela doğduğum evde, süs eşya niyetine muhabbet kuşu vardı. ne alakaysa. ve birçok insan çok sevdiği için hayvan besliyor evinde. aslında hayvanı sevmiyor, sevdiği başka bir şey. kendimden örnek vermek gerekirse, köpeği sevdiğim için değil, köpeği eğitmekten ve yetiştirmekten haz duyacağım için köpek beslemek istiyorum. ama gel gelelim ki, bunu yapmamak için tutuyorum kendimi.

maymunlar cehennemi, tam da bu noktaya parmak basmış. çok güzel de anlatmış konuyu. doğa, sadece insanlar için yok. bütün varlıklar için. ve onların varlıklarını yok etmeye başlayıp, doğaya inat koştuğumuz sürece, doğa bizden hesabını soracaktır. bu belki maymunların veya başka bir canlı topluluğunun insanlardan hesap sorması olmayabilir. bugün, küresel ısınma denilen şey zaten insandan hesap sormakta. japonya'daki tsunami örneği, amerika'daki kasırgalar ve türkiye'de çıkan çeşitli hastalıklar, hortumlar vesaireler. doğayı katleden insanlar, birgün bunun bedelini ödüyorlar.

"The Age of Stupid" belgeselini hatırlarsak, insanlığın kendi soyunu nasıl tükettiğini gayet iyi anlarız. Hatta oradan bir monolog paylaşayım; "kendi kendini yok eden ilk canlı çeşidi biz olmayacağız. ama bizi digerlerinden farklı kılan özellik bunu bilerek yapan ilk cins olmamız. ve bizim için ne diyorlar? kendime sürekli bunu sorup duruyorum. şansımız varken neden kendimizi kurtaramadık? cevap bir sekilde kendimizi kurtarmaya deger bulmamamiz mı?"

Doğada yapılan her şeyin bir etkisi bulunmaktadır. Ve o etkiyi insanlık fazlasıyla yaşamaya başlamıştır. Film bu etkiyi, maymunlar üzerinden göstermiş ancak bunu yorumlayarak başta küresel ısınma olmak üzere, çevre sorunlarına yorabiliriz. Ve tıpkı filmdeki gibi, doğa bir gün insanlardan hesabını soracaktır.

ve tekrardan "ceasar is home."

filmin görüntü kalitesi ve kamera açıları da müthiş. hele o maymunların jest ve mimikleri müthişti. 10 numara film olmuş. izlemeyenler, kaçırmasın bu filmi.

Başka Bir Dünya Mümkün!

Yasaklara -özellikle basın yayın dalında- karşı eleştirel bir kısa film çektik. İlk filmim oluyor kendisi, umarım beğenirsiniz.

Dagur Kari


Sırasıyla Noi Albinoi, Voksne Mennesker ve The Good Heart filmlerini çeken yönetmen. Dagur Kari yönetmenliğinin yanında bir de slowblow adlı müzik grubunda yer alıyor. Hatta Voksne Mennesker filminin sonundaki müthiş Darke Horse şarkısına imza atıyorlar. Dagur Kari kendi filmlerini yazıyor, yönetiyor ve slowblow ile müziklerini yapıyor. Filmlerinde tamamen kendi dünyasına hakim bir gösterim oluşturmuş.

noi albinoi, voksne mennesker ve son olarak the good heart filmlerini çeken yönetmen kendi kafasında kurmuş olduğu dünyayı, filmlerine çok güzel yansıtmış. sistemin dışında kalan -hatta türklerin voksne mennesker'i "tutunamayanlar" diye çevirmesi bu yüzdendir sanırım- ama bu sistem dışında kalmayı bazı ideolojik temellere oturtarak öven filmler çekmiş kendisi.
noi, kendi kafasındaki dünyayı yaşamaya çalışan ve en sevdiği yer herkesten uzakta yalnız hissettiği, kendi dünyasını yaşadığı bodrum katı olan bir kişi. Küçük bir köyde yaşıyor ve eğitim gibi birçok şeyi gereksiz görüp bodrum katında kendisine bir hayat kuruyor. Filmin sonunda çığ yüzünden bütün köy ölürken, Noi'yi kurtaran yer bodrum katı, yani kendi dünyası oluyor.

voksne mennesker filmindeki kahraman ise, sistemin tamamen dışında yer alan ve içine girmemeye çalışan, 4 senede 7 usd kazanmış bir kişi. hatta bunu "toplu taşıma araçlarına binmeyi hakedecek ne yaptım ki" diyerek açıklıyor. "ben başbakanın ismini bile bilmiyorum ki." diyerek de gerçek dünyadan ne kadar uzak olduğunu anlatıyor.

the good heart ise, sokakta yaşayan bir gencin sistemin içine girdiğindeki çırpınışlarını anlatıyor. ve en sonunda, sistemin dışında kalmış tarafının kesmesine izin vermediği ördeğin peşinde koşarken ölüyor.

"kendi dünyasını yaşama" konusunu filmlerinde olağanüstü bir şekilde ele almış dagur ve bu yönüyle benim için, filmlerini çekici kılmakta. kendini toplumun dışında tutan ve mümkün olduğunca kendi kafasındaki dünyayı, felsefeyi ya da ideolojiyi yaşamaya çalışan insanların hayatları yeterince ilgi çekici zaten ve bunu konu edinen birçok yönetmen de var sanıyorum.

ancak dagur kari'yi diğerlerinden ayıran özellik aşk. genelde, kendi dünyasını kurmuş insanların hayatları, bazı şeylerden uzak durur. bunun başında da aşk gelir. bu tip filmlerin çoğu, aşktan uzak durmuştur. ama dagur, aşkı sistemin dışında göstermeyi ve övmeyi çok iyi başarmış. üç filminde de aşka rastlıyoruz ve üçü de toplumdan ayrı bir dünyada mutlu olmayı sağlarken, aşk olgusunu kullanıyor. ama bunu yaparken, aşkın hayatlarına girmemiş olduğu yerleri de yermiyor. yani aşk olmadığı süre içinde de bu hayatlarından memnunlar. ama daha sonra aşk bunu pekiştiriyor. ve bu aşk, genelde hiç aşama kaydetmeksizin, bir anda ve beklenmedik bir durumda karşılarına çıkıyor.


içinde sistem karşıtı bir duruşun yer aldığı dagur kari filmlerinin hepsi, aşk olgusunu işin içine büyülü bir şekilde katarak, aşkı; insanı sistemin dışına çıkartan bir olgu olduğunu bize gösteriyor desek yanlış olmaz sanırım. voksne mennesker filminin tek renkli sahnesinin de, aşık olduğunu farkettiği sahne olması yönüyle de, aşkın bu hayatı güçlendirdiğini de söyleyebiliriz. the good heart filmindeki, hindistan cevizi benzetmesi de, sistemin dışında kendi kurduğumuz hayatı paylaşmanın -yani aşkın- yüceliğini anlatıyor.

Yalnız bir fark, aşk olgusuna voksne mennesker filmindeki aile kurmaktan farklı bakmak lazım. Aşk kavramını o filmin, fillerin olduğu sahne ile filmin tek renkli sahnesi olarak tanımlayabiliriz. O zamanlar insana mutluluk verir ancak kurulan aile, işte birgün evden kaçmaya sebep olur.

gerçekten kafası biraz farklı ve bütün bu dünyanın dışında çalışan bir yönetmen. bu kadar az tanınıyor olmasını da ilginç buluyorum. umarım daha büyük projelerle karşımıza çıkar ve daha büyük işler yapar.

özellikle yaşadığımız ülkede sistem dışında kalmak isteyen hayatlara baktığımızda bu felsefe genelde bazı ideolojilere yaklaşır ve o ideolojilerin sistemleri içerisine girer. aşk denilen olgunun bu hayatları renklendirmesine de pek alışık değiliz. işte bu yüzden dagur kari, kesinlikle izlenmesi, takip edilmesi gereken bir yönetmen. ve bu açıdan kendime örnek edinebileceğim bir insan.

Son olarak, Dagur Kari'nin ağzından bitirelim muhabbeti. Voksne Mennesker filmi hakkında;

“aslında etrafımızda gördüğümüz belirli bir takım gençleri anlatmak istedik. hiçbir zaman sorumluluk almayan, topluma uyum göstermeyen ve toplumun hiçbir standardını karşılamayan kişiler bunlar: hiçbir eğitimi, hiçbir becerisi olmayan, zor tipler. toplumun gözünde umutsuz vakalar. zevk açısından bakıldığında ise olay değişiyor, çünkü bu çerçevede gayet sorumluluk sahibi insanlar. bu tiplerin nasıl büyüyüp sorumluluk sahibi yetişkinler olacaklarını, bir kravat takıp toplumla barışacaklarını hayal etmek bile zor."

Birkaç kelime, birçok anlam

Aklındakileri belli bir kalıba yerleştirdi. Kelimeler halinde etrafındakilere sundu. Birisi geldi, hayatını değiştirdi, aşık oldum dedi. Birisi geldi, hayatına ortak oldu, aşık oldum dedi. Kalıp buydu. Dışına çıksa anlaşılmazdı. Dışına çıksa, kimseye aşık olduğunu söyleyemezdi. Kendisini, sıkıştırdığı kalıplarla yok etti. Hayatı bir kere yaşadığı için hangisinin doğru olduğunu bilemezdi. Kendisi gibi yaşayıp yalnız kalmak mı yoksa kendini bir kalıba sokup mutluluklarını bir şekilde paylaşmak mı? Bilemezdi, bilemeyecek. Bir onu bir bunu yaşayacak.


Nasıl anlatılır ki dopamin hormonunun fazla salgılanışı? Nasıl anlatılır bir öpücüğün içindeki cümleler? Yoksa şairin dediğine göre mi hareket etmeliydi; "yine de sevişirken kullandığımız her kelime hırsızın devirdiği eşya"


Yüz bin kelimelik bir dil, milyon tane hücrenin salgıladığı hormonları, anlamadığımız kelimeler kullanmadan nasıl açıklar? Ya da şunu sormalı; böyle bir şeye gerek var mı? "Bir kelimeye bin anlam yüklediğim zaman sana sesleneceğim" diyen şair, yaşadığı bu suskunlukla seslenebilmiştir ancak sevdiğine. Ve büyük ihtimalle o insan bunu anlamamıştır bile.


İnsan daima yalnızlığıyla beraberdir. Ve beraber olduğunu sandığı kişi yalnızlıkla olan bu beraberliği etkilemiyorsa ve rahatsızlık vermiyorsa mutlu eder sadece. Yada öyle bir şey. Kendime bile anlatamadığım bu şeyi kelimelerle şekillendiremem.


İşte sadece bir ana ait hayal kurmamız bundandır. Hayallerimizde kelime yoktur, sessizlik vardır. Ve büyük ihtimale gökyüzünün sonsuz görüntüsüne ve sessizliğine bakarız. İşte bu yüzden, bizim o gökyüzündeki bulutlardan çıkardığımız şekilleri anlayabilen pek insan yok, kendimiz dışında.