Müzikte Yeni Bir Tarz : Samimiyet

Son zamanlarda popüler kültüre ait olmayan ancak yavaş yavaş bazı çevrelerce moda haline gelmeye başlayan bir müzik tarzı oluşmakta.

Çünkü İnsan...

Söyledikleriniz beni cezbetti doğrusu. Ama bu ülkede günler Neşet Ertaş ile biter. "Cahildim dünyanın rengine kandım" der her akşam ve ...

Kalbim

"dayanmak artık kolay değil bırakacak gibisin yarı yolda, kalbim"

Evren Bozması

üyük ev ablukada'nın en vurucu sözlere sahip 2 şarkısından biri "evren bozması". Diğeri de "en güzel yerinde evin" ama onla ilgili değil tabi bu yazı, "yakınlarda bir gezegende unuttuğum tüm şeyler"le alakalı.

"F Tipi" Filmi Hakkında...

devrimciler gidip filmde sıkılırken, filmden çıktıktan sonra "mutlaka izleyin bu hikayeler gerçek, f tiplerinde olanları görün" falan diyebilirler ama çok net biliyorum filmde sıkıldılar. çünkü evet anlatmak istenilen şey güzel ama ortaya çıkan şey değil.

30 Ocak 2014 Perşembe

Kendimi Koşturacak Değilim - 17

Saatime baktım, yediyi on geçiyordu. Güneş daha yeni batıyor ve ben zamanı kucağıma almış, oturuyordum. Penceremden güneşin ve denizin kesiştiği yere, beton bir şehir manzarasının arasından baktım. Bir anda çocukluğumu özledim. Hemen ardından Nisan akşamlarını anımsadım. Bir anda her şeyi anımsadım sonra. Her şeyi özledim. Çünkü zamanı kucağıma alır, yaşarım sanmıştım. Oysa her şey elimden kayıp gitmişti ve ben köşemde oturup her şeyin nasıl değiştiğine seyirci oluyordum sadece.

Değişime ayak uyduramayanlar, ona karşı gelmeye kalkanlar bir bir göçüp gidiyordu dünyadan. Ben de penceremden dünyaya bakarken göçüp gitmiş hissediyordum.

Saatime tekrar baktım. Bu sefer yediyi yirmi iki geçiyordu. Zamanın kucağında ve evrenin karşısında oturuyordum. Buna benzer bir şeyi daha anımsıyorum ben. Seni anımsıyorum. Ben senin karşında da böyle olurdum. Senle beraber kaybolurdum. Her şey sana dönüşürdü. Bunla başa çıkabileceğimi sanır, asla beceremezdim. Sonra kendimi ancak başımı kucağına emanet ettiğimde rahat hissederdim. Bütün her şeye uzaktan bakıp, seni yaşardım. Senle beraber sonsuzluğa değerdim. Saatin kaç olduğunun önemi olmazdı.
Saat biraz daha ilerliyordu. Yaş ilerledikçe insan zamanın değerini daha iyi anlıyor. Ben ilerledikçe senle yaşadığım günlerin değerini anlıyorum. Ama ne başım senin kucağında ne de ben kendimi zamana emanet ettim. Yaşamak dururken, izlemek zorunda kaldım. Sanki sıkışıp kaldım, çıkamıyorum işin içinden. Oysa seninleyken, her şey gelirdi sanki elimden. Her şeyi başarabilirdim. Hislerim her yere erişebilirdi. Şimdiyse bu dört duvarın arasına tıkılı kaldı. Biraz sonra, bu etten vücudun arasına tıkılıp kalacak. Daha sonra, yok olup gidecek belki.

Saat ilerlemeye devam ediyor. Ben yerimde sayıyorum. Her şey akıp gidiyor, ben bile benden geçip gidiyorum. Artık zamanı bir kenara koydum. Seni bir köşeye bıraktım.  Biliyorum, güzel şeyler var bu dünyada ama genelde bunlar anıdan ileri gitmiyor artık. Güzellik, varolan acıya acı kattığıyla kalıyor sadece. Artık her şeyi bir kenara koydum bu yüzden. Tekrardan dünyanın ortasına düşmek, tekrardan rüzgarın hafifliğine bırakmak istiyorum kendimi. Tekrardan kendi ağırlığımın dışında bir dünyayı yaşamak istiyorum. Kaybolmak istiyorum. Çünkü bulmanın sonu yok, biliyorum. Gittikçe ağırlaşıyor her şey. Ağırlaştıkça da her şeyi hafifleten o kucağa başını koyduğun günleri daha çok özlüyorsun. O yüzden bütün bu ağırlığı bir kenara bırakıyorum.


Sokaktan güzel bir kadın geçiyor şimdi. Saat kimbilir kaç oldu. Ben de dışarı çıkıp birkaç yerden geçeyim bari.

Kendimi Koşturacak Değilim - 16

Kafasının üzerinde iki tane sivrisinek dolaşıyordu. Benden ayrılmak istediğini söylediği sırada sineklerden biri kulağına doğru yöneldi. Diğer sinek ise bir anda ortadan kayboldu. Gözlerimle biraz onu aradıktan sonra birama yönelip bir yudum aldım. Bardak altlığı Michael Jackson fotoğrafından oluşuyordu ve barda "Queen - Don't stop me now" çalıyordu ama ben hiç o havada değildim. Gitmek istiyordum.

"Sen bir şey demeyecek misin?" dedi.
"Senin isteğine karşı ne diyebilirim ki?" dedim, "ama eğer öğrenmek istediğin şey hislerimse, evet, olabilir, ayrılabiliriz. Ama bu sadece şuana ait bir durum. Sanki daha sonra seni özlermişim gibi geliyor. Bilmiyorum."

Karmaşık düşünce tarzımı çok severdi ve biraz da bu yüzden aşık olmuştu bana. Oysa şimdi bu sözlere nefret edercesine bakıyordu. Gözleri, bana yabancıydı. İki senedir hergün gördüğüm gözler, ilk kez böyleydi. Ve işte, sonunda sinekler tekrardan ortaya çıkıp kendini farkettirdi ve burnuna konan sineği elinin tersiyle kovdu. Biraz duraksadım ve;

"Bana böyle bakarsan seni sevemem ki" dedim.
Aklıma bana hayranlıkla bakan gözleri geliyordu. Bunun için onu hep özleyeceğimi biliyordum ama bir daha bana öyle bakmayacağı da çok açıktı. Karnım da çok acıkmıştı. Hüzünlü bakışlarıyla;
"Ben gidiyorum, hoşçakal" dedi.
Gözleri her şeyi anlatıyordu. Ben çaresizlik içinde eve gidip bilgisayarda oyun oynayacaktım. O ise bütün bu olan bitenlerden kendini suçlayıp bütün gece ağlayacaktı. Oysa ben bu hüznü onun gözlerinde ne zaman görsem, yeniden aşık oluyordum. Böyle gitmemeliydi ama aynı zamanda da bir şekilde gitmesi gerekiyordu.

Masadan kalktı, uzanıp sağ yanağımdan öptü ve sırtını dönüp gitti. Köşeyi dönene kadar izledim. Asla arkasına bakmadı. Karnım çok acıkmıştı ve biranın üzerine bir şeyler yemekten nefret ediyordum. Şuan dünyada olup biten her şeyden nefret ediyordum. Bir babanın eve gelirken, son parasıyla çocuğuna bir şeyler almasından bile nefret ediyordum.

Bardan kalkıp biraz yürümeye başladım. Yarım saat yürüdükten sonra yolda arkadaşıma denk geldim. Nasılsın, napıyorsun muhabbeti çabucak geçtikten sonra "sevgilin nerede" diye sordu.
"Bilmiyorum" dedim, "evindedir herhalde."
"Akşam rakı yapıyoruz, gel istersen."
"Sanırım bana uyar."

15 Aralık 2013 Pazar

Kendimi Koşturacak Değilim - 15

Büyük bir savaşın sonu gelmiş gibi. Geniş bir caddede yürüyorum ve etrafımdaki binaların hepsi viran halde. Sokaklardan alevler yükseliyor. Cadde, kan; kaldırım kenarları, ceset dolu. İsmimi hatırlamıyorum, sanırım savaş bana da vurmuş, hiçbir şey hatırlamıyorum. Sanki dünyaya şuan geldim. Sonunun geldiğini varsaydığım bu savaşta ölen taraf mıyım yoksa öldüren mi, bilmiyorum.

Ölü bir kedi görüyorum sokağın ortasında. Bir köpek, vücudundaki mide bulandıran yarayla beraber inleyerek geçiyor sokaktan. Karnındaki çocuğuyla beraber can veren anneler, camları dökülen binaların içinden belli oluyor. Ölüleri dikkatle inceliyorum, askere benzeyen genç ölülere rastlamadım henüz. Sanıyorum sivil bir alan bombalanmış. Peki ben? Ben kaç yaşındaydım?

Kuytu bir sokağa girip yürümeye devam ediyorum ve aniden biri bana doğru koşup koluma girerek beni bir binaya sokuyor. "Saklanmalıyız" diyip elime bir resim tutuşturuyor. "Aranıyoruz" diyor. Yüzümü ilk kez gazeteden koparılmış bir sayfada görüyorum.
"Haberin tamamı nerede?" diyorum. Önce biraz şaşırıyor ama sonra kafatasının düştüğü yerin kan gölüne bulandığı bir adamın elinden gazeteyi alıp bana veriyor. Bir sayfa tamamen bize ayrılmış durumda. Ben dahil üç kişinin fotoğrafı sayfanın en üstünde ortalanmış şekilde duruyor. Sanırım önümüzde kanlar içinde yatan kişi, üçüncü kişi. Hemen sol tarafta hain olduğumuzu kanıtlayan sekiz adet belge konulmuş. Sağ tarafa ise 'Görüldüğü yerde öldürülmeliler' başlığı konulmuş. Yazıda 'düşmanla işbirliği yapan' diyor, 'eski köşe yazarımız' diyor. Sanki göğüs boşluğumdan başlayarak bir ateş bütün vücudumu kaplıyor bir anda. Derken diğer 'hain' elime bir tabanca vererek "al abi, lazım olacaktır" diyor.

Eğer gazete doğru söylüyorsa, hafızamı kaybetmeden önceki halim bir katil. Hem de buradaki tüm canların yitirilmesine sebep olan bir katil. Peki ya doğru değilse? Buna emin olmalıyım. Etrafta uçuşan tozlar nefes alıp verişimi zorlaştırıyor ama tozların sayesinde binanın içinde biri öksürmek zorunda kalıyor. Arkadaşıma "sen kal" diyerek, sesin geldiği tarafa doğru yöneliyorum. Hemen üst katta, boylu boyunca yere uzanmış bir kadın, bir kez daha öksürüyor. Yanına eğiliyorum. Güç bela kendini doğrultarak suratıma tükürüyor. İçimde bir sinir birikiyor ama bu sinir karşımdaki kadına değil. Tükürük gazetede ifşa edilen adama gelirken şuan bunu ben hissediyorum. Kadın, suratıma iğrenerek bakarak:
"Üç kuruş uğruna kandırıldınız. Şimdi kentin her yanı sizin yüzünüzden dökülen kan kokuyor. Şerefsiz köpek!" diyor.

Sanırım gazete haklı. Alt kata inip gazeteyi bir kez daha alıyorum elime. Haberi baştan sona okuyorum. Eskiden köşe yazarı olduğum bu gazetede yaptığımız düpedüz sahtekarlıkmış. Gazete bundan dolayı özür diliyor. Tabi bu özrü gazetenin yeni sahibi yapıyor. Eski sahibi olan babası vicdan azabına dayanamayıp intihar etmiş. Biraz düşünmek için pencereye çıkıp dışarı bakıyorum. Duvarlarda birçok slogan yazılı ve genellikle "Medyaya son ver" gibi sloganlar mevcut. Olayı tam olarak bilmesem de artık suçlu olduğumu yavaş yavaş anlamış durumdayım. Hiç düşünmeden arkamı dönüp arkadaşımın yanına gidiyor ve tabancamı suratına doğrultarak tetiği çekiyorum.

Ben hayata sadece iki saatliğine geldim. Şimdi bütün bu ölümlerin sorumlularından birini, bir katili öldürmek için üçüncü saatimi görmemem lazım. Yani artık namluyu kendi ağzıma doğrultma zamanım.

Kendimi Koşturacak Değilim - 14

Şimdi tüm insanlığın dilinden konuşuyorum. Havalar soğudu mesela, bugün iş çok yorucuydu. İşten eve dönmenin sıradanlığını yaşıyordum yine. Otobüsten indim, biraz yürüdüm ve metroya ulaştım. Dün bir şiir kitabı beğenmiştim Kadıköy'de ve bugün cebimde dolaşıyordu. Metroda sırtımı kapıya verdim ve cebimden kitabı çıkardım. Rastgele açtım bir sayfasını.

"Aşkın diliydi
Aramızdaki dil"
diye başlayan bir şiir çıktı karşıma. Durdum. İnsanlara baktım, kapılara baktım, sonra tekrar insanlara baktım. Bu şiiri burada okumak garip bir deneyimdi. Aramızdaki dil, insanlığın diliydi. Buradaki kimseyle özel bir iletişim tarzı kuramayacağımı biliyordum. Bir sonraki durağa vardık, kapılar açıldı, kapıların dışına baktım. Kitap aynı vaziyette elimde duruyordu. Bir durak daha aynı şekilde durmaya ve etrafıma bakınıp düşünmeye devam ettim. Sonra okumaya devam etmeye çalıştım ama gerisini anlamak bana düşmezdi. Çünkü havalar soğudu ve bugün iş çok yorucuydu. Aklım artık ineceğim durağa varmaya kitlenmişti.

Metrodan indim ve eve doğru yürümeye başladım. Etrafımda reklam panoları vardı ve hepsi farklı olup fark yaratmaktan bahsediyordu. Yürümeye devam ettim, bir kadın yolun kenarında oturmuş göz kırpmaksızın karşıya doğru bakıyor ve sigarasınının son nefesini içine çekiyordu. Kadının odaklandığı tarafa doğru döndüm, bir şey yoktu. Eli yüzü biraz kirliydi, üzerindeki yeşil parkanın kapüşonuyla kafasını örtmüş ve burnundan aşağısını kalın bir kaşkolla kapatmıştı. Öylece karşısına bakıp kendi kendine bir şeyler konuşuyordu. Merak edip onun olduğu kaldırıma geçtim ve yanından yavaşça yürüdüm. Onu geçer geçmez arkamdan "Sigaran var mı?" diye bağırdı. Cebimde bir tane içi dolu, bir tane artık sonu gelmiş iki paket vardı. Çıkardım ve içerisinde iki dal kalan paketi ona verdim.

"Bu senin mutlu olmana yetiyor mu?" dedi, ben arkamı dönmeye kalmadan.
Biraz şaşırdım doğrusu, ne demek istediğini de pek anlamadım ama artık böyle şeyler bende heyecan ve telaş yaratmıyordu. Ayrıca insanlar arasındaki iletişim tarzına takmıştım bir kere. Ona döndüm ve "içimi bilmiyorsun" dedim. Sonra yine arkamı dönüp evime gitmeye yeltendim. Derken, ona verdiğim sigara paketini alıp ayaklarımın önüne fırlattı ve cebinden kendi sigarasını çıkartıp yaktı. Durdum ve hiçbir şey demeden suratına baktım. Sigarasından iki nefes çektikten sonra bana döndü:
"Demek içini bilmiyorum he?” dedi ve alaycı bir şekilde güldü. Sanki hakkımda bir şeyler biliyor gibiydi. Biraz duraksadıktan sonra devam etti: “O yüzden mi sana bu sigara oyununu oynadım? İyi, evine gidip televizyona b… ”

"Dur, dur" dedim ve kaldırımın kenarındaki sigara paketini alarak yanına oturdum. Önce bir süre yolun kenarından geçen arabaları seyredip düşündüm. Sonra dönüp gözlerine bakmaya başladım. Zeytin gibiydi gözleri. Bir anda aklıma geldi. Bir sonraki dizede "sözlere dökülmedik" diyordu. Şimdi ben de bana söylenilen şeylerin devamına ihtiyaç duymuyordum. Hava da soğuk falan değildi zaten, üzerimdeki yorgunluk gitmişti. Kaşkolunun içinden burnunu çekiyordu, elleri cebindeydi. Yüzünde genel bir nefret belirtisi olsa da gözlerinde hüzün anlaşılıyordu. O güzel gözlerin daha fazla hüzünlü bakmasına dayanamadım ve "Demek bunları ikimiz de biliyoruz" dedim, "O zaman çabucak geçelim bunları, çay mı içersin bira mı?"

Gülümsedi, gözleri parlıyordu. İlk gördüğümde soğuktan kaskatı olmuştu ama şimdi vücudu başka dillere kapalıydı. Sonra eve gittik, çay da bira da içmedik. Önce kahveyle, sonra birbirimizin vücuduyla ısındık. Duş aldıktan sonra benim kıyafetlerimi giydi. Yatağa girerken giydiğim kıyafetlerin bu kadar güzel oluşunu şaşkınla karşıladım. Sonra dvd arşivime bakıp, kitaplığımda göz gezdirdi. Eline bir kitap aldı, yanına sokuldum. Çok eskiden okuduğum bir kitaptı ve altı çizili yerler vardı. Tesadüfen bir sayfa çevirdi ve 128.sayfa açıldı. Şöyle yazıyordu:

"Temmuz 23'ün yanına yalnız iki kelime yazılmıştı: 'Onu seviyorum'. Buna da inanmadı. 'Yalan! beni sevseydin o günün 23 Temmuz olduğunu bilmezdin.'"

Evet, artık başka bir dilin var olduğunu biliyordum. Belini kavrayarak boynuna bir öpücük kondurdum. Kitabı yerine bıraktı ve “film izleyelim” dedi.
“Olur” dedim, “izleyelim”.

2 Aralık 2013 Pazartesi

Kendimi Koşturacak Değilim - 13

Acılarımızı yaşamaya yetmiyor artık günler. Acılarımızdan kurtuluşu sunmuyor bize yarınlar. Rakı dolduruyoruz gecelere, bir duble, iki duble, üç duble... Bir şeyler içimize doldukça doluyor. İçimizdekileri dökmek için oturduğumuz masalardan biraz daha birikerek kalkıyoruz. Acıyan taraflarımızı tüketemiyor ve yarına bırakıyoruz. Artık acıları bile taksit taksit yaşıyoruz. Sonra, ben sabah erken saatte uyanıp aldığım eşyaların taksitlerini öderken, içinde bulunduğum saçma durumdan sıkılıp, yapmak istediklerimi anımsıyorum. Seni sevişimi anımsıyorum yani. Ardından fatura ödemek için girdiğim sırada boş beyaz duvarlarlara layık bir şekilde boş boş bakarak bizi hayal ediyorum. Biz bu dünyaya müşteri olmak için gelmişiz, orası kesin. Bak artık ekonomi falan konuşur oldum. İstersen bugünkü köşe yazılarından da bahsedeyim. Ama dur, biz bu yüzden mi varız dünyada?

En insani duygularımızı kovduk bu şehirden. Beton bir yalnızlığın ta kendisiyiz artık. Baksana etrafına, bu muydu yaşamak dediğimiz şey? Kediler bile miyavlamayı kestiler bu şehirde. Biz oturmuş aşk umuyoruz en ilkel hislerimizle. Oysa ilkelliği yitireli uzun zaman olmuştu sevdiğim. Bizler yitiyoruz yavaş yavaş. Taksit taksit yapıyoruz bunu da. Oysa ben bir anda dökmek istiyorum sana kendimi. Çünkü bir anda olur en güzel şeyler. Gözlerinin içindeki yaşam gücü bir anda sarmalı bütün dünyamı. Oysa bu kadar basit bir şeyden bile çekinir olduk. O kadınlara, bu adamlara yaptığımız kötülükleri hiç çekinmeden yaptık halbuki. Anında unuttu bizi üzenler. Bu çağda insanlık bu mu yani? Ben buna karşı gelerek seviyorum artık seni. Ama işin kötüsü, içimdeki isyanı küfre çok kolay dökebiliyorken, içimdeki sevgiden tek kelime dahi edemiyorum sana karşı.

Her gece bu karanlığa karşı bir mum yakabilmek için bekliyorum gece geç saatlere kadar. Biliyorum, mum ışığında bir sevişme unutturacak bu duvarların dışındaki dünyayı. Ama acılarımız diyordum değil mi? Yarınların artık umut vermediğinden ve düşler sokağının adresini unutuşumdan bahsediyordum. Gerçeklere esir kalışımızdan ve yalnız girdiğimiz, uyumakta güçlük çektiğimiz yataklarımızdan bahsediyordum. O mumu bu gece yakamayacağımızı ve saf ışığının altında bedenlerimizin kavuşamayacağını bilerek başlıyorum artık her güne. Hayaller tükeniyor artık taksit taksit. Peki, iyi tamam ama söylesene, bütün bu boktan gerçekliğe karşı hayallerim olmadan nasıl yaşarım ben?

Müzik Üzerine

Evrimsel olarak insanda, diğer canlılara göre daha büyük bir gelişim gösteren duyular işitsel ve görsel duyulardır. Bu yüzden insanların yapmış olduğu sanat genellikle bunlar üzerine kuruludur. Mesela bir kuşun sanat icra ettiğini düşünürsek eğer, bu kuvvetle muhtemel işitsel olarak icra edilecekti. Bir köpeği düşünürsek yine, koku duyusuyla icra edecekti sanatını. Veya bir yarasayı düşünelim, ses dalgalarıyla yapacaktı bu işlevi. Bir kuşun avlanmak veya çiftleşmek için çaldığı ıslık belki de o türün sanatıdır ama diğer canlılar üzerine böyle bir şey söylenebilir mi bilmiyorum. Kesin olarak bildiğimiz şey ise insanlığın sanatı.

İnsanın ürettiği sanat dalları arasında müziği ayrı bir yere koyacağım. Schopenhauer bunu seneler önce yapmış zaten ama biz özetini geçelim. Onun bakış açısıyla anlatırsak, mesela heykeltraşlık veya ressamlık veya şiir; bunlar bize daima bir olguyu gösterir. Mesela "ağlayan bir çocuk" gösterir bize. Ama Schopenhauer diyor ki, müzik "çocuk ağlaması"dır. Bize bir olguyu gösteren sanat alanı değil, olgunun ta kendisidir. Bunun sebebi de işitsel algımızın çok gelişmiş olması. Müzik, gülmektir, ağlamaktır, sevmektir, aklımıza gelen bütün hislerimizdir. Bu hisleri birebir yaşamaktır.

Örnekleyecek olursak, Mezopotamya üzerine ilkokuldan beri birçok şey okuduk ettik. Şiirlerde gördük, filmlerde gördük, edebiyatta gördük, resmini gördük, tiyatroda oyununu izledik vs. vs. Ancak bunların hepsi bize Mezopotamya'yı göstermekle yetindi. Yazının tam burasında, Fazıl Say'ın Mezopotamya Senfonisi'ni açıp dinleyin. Mezopotamya'nın kederini, ağıtını, ağlamasını, yakarışını o senfonide bulacak ve hissedeceksiniz. Senfoni boyunca Mezopotamya'daki hissi bileceksiniz. İşte müzik, bu yönüyle diğer sanat dallarından ayrılır. 

Yani müzik, duyguları size göstermez, ifade etmeye kalkışmaz, dosdoğru olarak duyguları yaşar. Bu yüzden müzik, insanlık açısından birçok şeyi belirlemede bize yardımcı olabilir. Bugünün müziğine bakarsak, duygulardan ne kadar yoksun olduğumuzu görebiliriz mesela. Kapitalist bir mantık çerçevesinde, müzik sanat olmaktan çıkıp eğlence sektörü haline de geldi ayrıca. Mesela, okuduğum üniversitenin kantininde birgün Powertürk açıktı. Masamızda herkes televizyona bakıp saçma sapan bir şarkının seksi klibini izledi. Şarkı bittiğinde çok basit bir soru yönelttim herkese. "Şarkıda geçen bir cümle söyleyebilecek olan var mı?" Kimse söyleyemedi. Ama baştan sona herkes dinlemişti.

Yani biz burada en temel olgumuzu kaybediyoruz belki de. Müzik, herkesin yapabileceği iş değildir. Şarkıda hiçbir olguyu yaşatamayanlar, bunu klip yöntemiyle yapmaya çalışıyor ama durum şu ki; dinlediğimiz müzik bize bir hissi yaşatsa bile, klip bu hissi köreltecektir. Çünkü herkes farklı şeyler hisseder ancak klip o hisleri belli bir kalıba oturtur ve hikayeyi bize direkt olarak "gösterir". O yüzden klipler, müzik için en tehlikeli olgudur. Müzik için tehlikeli olan herhangi bir şey ise insanlık için tehlikelidir. Çünkü aynı zamanda bu yolla düşüncelerimizi ve hislerimizi belli bir kalıp içerisinde yaşamayı öğreniriz. Bu yüzyılda dikkat ederseniz, her şeyi bize gösterildiği gibi yaşadığımızı ve her şeyin gösterişten ibaret olduğunu görmekte zorluk çekmezsiniz. (Ayrıca işitsel ve görsel alanlarda subliminal mesaj tekniği de çok tehlikelidir. Ancak bu çok daha uzun bir tartışma konusu.)

Tabi her klip kötü değildir. Mesela Duman, bir söyleşisinde kliplerde hikaye anlatmadığını ve sadece performans gösterdiklerinden bahsetmişti. Doğruluğunu tartışamam ama sadece söylem olarak bakılırsa bu tarz klipler binevi daha az sorunludur. Yada hayal dünyanızı kısıtlamayacak kliplerde de bahsettiğim sorunlarla karşılaşmazsınız. Mesela kosmosu gösteren bir klip... Ancak size bir hikaye sunan her klip, sakattır ve insanlık için tehlikedir.

Uzun lafın kısası, sizi siz yapan yönerinizi iyi idrak edin ve bunların körelmesine izin vermeyin. Müziği yaşayın, size verilen ve gösterilenle yetinmeyin. Haliniz öyle olursa, yaşadığınız hayat sadece "başkalarının hayatı" olacaktır.

Facebook sayfasındaki yazının linki

15 Kasım 2013 Cuma

Kendimi Koşturacak Değilim - 12

Birkaç gündür bu bara geliyorum. Eve gidesi olmuyor insanın, yaşamak istiyor, bir şeyler olsun istiyor. Çünkü bomboş geçiyor günlerim. Ben de bu bara geliyorum o yüzden. Yine de pek bir şey olduğunu söyleyemem. Hatta hiçbir şey olmuyor demek daha doğru. Ama düşününce, sarhoş birkaç insanın yanında bir şeylerin olma ihtimali daha fazla. Şimdilik, her zaman bana kalan rolü yerine getiriyor, olan biteni gözlemliyorum.

Birkaç gündür dikkatimi çeken bir adam gelir buraya hep. Barmenle biraz konuşup, tek başına takılır. Hiç tanışmadım ama bana çok yakın biri olduğu kesin. Arada bir telefonu çalıyor ve bundan inanılmaz bir huzursuzluk duyuyor. Başına gelen her şeyi oflayıp puflayarak karşılıyor. Hiçbir şey istemiyor artık hayattan. Ama bence bu adamın görüntüsü, onu anlatan asıl durum değil. Muhtemelen kırklı yaşlarında biri. Yine muhtemelen evli ve çocukları var. Bana kalırsa o, artık hayatında hiçbir şey olmayacağını kavramış durumda. Yeni hiçbir şey olmayacak, her şeyi belli bir düzen içinde ve her gün aynı şeyleri yaşıyor. Başına yeni bir şeyin gelmeyeceğine kendini bu kadar inandırdığı için de, artık hiçbir şey beklemiyor. Her şeyi elinin tersiyle itiyor.

Ben buraya bir şeyler olsun diye gelirken, o bir şeylerin değişmeyeceğini bilerek, hiç değilse kendi kafamın içindekilerle beraber birkaç bira içeyim diyerek geliyor bu bara. Kısacası benim gelecekti halim gibi hissediyorum ve tarif edemeyeceğim bir yakınlık duyuyorum.

Hergün gelip birkaç bira söylerdi ama nedense bugün gelmedi. Nedenini ikinci biramın sonunda öğrendim. Adamın biri geldi ve barmene, “Koray abi dün gece intihar etmiş, haberin var mı?” diye sordu. Barmen çok şaşırdı, bense kenarda gülümsedim. Neden gülümsediğimi tarif edebilir miyim bilmiyorum ama bu duruma üzülmedim hiç. Yapılacak bir şey yoktu çünkü. Zaten ölmüş bir adam, bu duruma daha fazla katlanamamıştı. Zaten hiçbir gün buna katlanamıyor ama bir şekilde devam ediyordu. Kısacası, asıl üzülmemiz gereken mesele seneler önce olmuştu zaten, dün gece değil. Benimse etrafta tanıdığım kimse olmadığı için, sahte bir üzüntü göstermem gerekmiyordu. O yüzden sadece gülümsedim.

Dedim ya kendime çok yakın hissediyordum. Gerçekten sonum böyle olacaksa, yaşamayı ben de istemezdim. Yaşamak derken, nefes alıp vermekten bahsediyorum. O yüzden bu intiharla beraber kendimle olan bağlantım daha da kuvvetlendi. Bir şeylerin olmasını artık daha fazla istiyorum. Arkamdan duyulacak sahte üzüntüler bir yana, arkamda kalacak hiçbir şeyle ilgilenmiyorum artık. Sadece yaşadığım şu zaman içinde bir şeylerin olmasını istiyorum ve bunun için bir bar köşesinde, hayatın bana bir şeyler sunmasını beklemektense montumu giyip buradan uzaklaşıyorum. Şimdilik ne yapacağımı bilmiyorum ama bekleme salonu yalnızlığı artık canımı sıkmaya başladı. Kimbilir, belki sarhoşluk yetmiyordur. Hepimizin delirmesi gerekiyordur belki de.