Müzikte Yeni Bir Tarz : Samimiyet

Son zamanlarda popüler kültüre ait olmayan ancak yavaş yavaş bazı çevrelerce moda haline gelmeye başlayan bir müzik tarzı oluşmakta.

Çünkü İnsan...

Söyledikleriniz beni cezbetti doğrusu. Ama bu ülkede günler Neşet Ertaş ile biter. "Cahildim dünyanın rengine kandım" der her akşam ve ...

Kalbim

"dayanmak artık kolay değil bırakacak gibisin yarı yolda, kalbim"

Evren Bozması

üyük ev ablukada'nın en vurucu sözlere sahip 2 şarkısından biri "evren bozması". Diğeri de "en güzel yerinde evin" ama onla ilgili değil tabi bu yazı, "yakınlarda bir gezegende unuttuğum tüm şeyler"le alakalı.

"F Tipi" Filmi Hakkında...

devrimciler gidip filmde sıkılırken, filmden çıktıktan sonra "mutlaka izleyin bu hikayeler gerçek, f tiplerinde olanları görün" falan diyebilirler ama çok net biliyorum filmde sıkıldılar. çünkü evet anlatmak istenilen şey güzel ama ortaya çıkan şey değil.

27 Mart 2012 Salı

Egzistansiyalizm - Varoluşçuluk

albert camus ve jean paul sartre en bilindik savunucularıdır. şahsımca camus'un yabancı adlı romanı varoluşçuluğu en iyi anlatan eserdir. zaten mahlasım da oradan geliyor. ayrıca zeki demirkubuz'un yazgı filmi de bu kitabın uyarlamasıdır. felsefe hakkında bu filmde yardımcı olabilir.

türk romanından verebileceğim en iyi örnek ise; yusuf atılgan'ın aylak adam romanıdır. hakan günday'ı varoluşçuluk felsefesiyle bağdaştıran birçok makaleye de ulaşmak mümkün ancak onun kitaplarında nihilist felsefeyle iç içe geçmiş bir egzistansiyalizm mevcut bence. fikir sahibi olmak için romanları değil de, makaleleri okumak daha anlamlı olur.

sinema sektörüne geçersek; mr. nobody hem çok iyi filmdir, hem de önümüzdeki seçenekleri ve bu seçeneklere göre hayatımızın nasıl değiştiğini bize gösteren müthiş bir felsefe içerir. varoluşçuluk felsefesini bu hikayeden de anlamak mümkün.

bin jip filmi ve yönetmeni de varoluşçu felsefeyi güzel aktarır ve bin jip izleyip beğendiğim nadir uzak doğu filmlerindendir. yönetmeniyle ilgili bir makale de buldum; http://www.sadibey.com/2009/07/05/varoluscu-bir-yonetmen-kim-ki-duk/

türk edebiyatı ve sinemasından bir yapıt olarak gölgesizler'i inceleyen bir yazı da sunabilirim; http://yazarbozar.blogcu.com/varoluscu-bir-roman-ve-film-olarak-golgesizler/5604312

felsefi bir başlığın altına bunları yazmamın sebebi, aslında felsefenin kendisi. insan kendini varoluşçu olarak niteleyerek doğmaz, yaşadıklarıyla varoluşçu olur. çünkü yaşadıklarının onu değiştirdiği ve bu doğrultu da hayatının varolduğu, bu çerçevede yaşadığının bilincine varır insan. ve benim bu bilince varmamdaki sebep, yaşadıklarımın yanında bu eserlerdi.

felsefeyi anlatmak için yok özden önce varlık, varlıktan önce öz falan fişman tartışmalarına girmek yerine, felsefenin ne olduğunu, ne anlatmak istediğini anlatan romanlara, hikayelere, senaryolara, makalelere yönelmek benim için daha doğru geldi. anlamak istiyorsanız, tavsiyelerimi uygulamanızda fayda var.

bütün bu filmler farklı bir bakış açışı kazandıracaktır ve bunun içinde varoluşçu felsefe fazlasıyla var.

27 Şubat 2012 Pazartesi

Yabancılaşma ve Dilemma

Hayat şudur, x yaparsan y olur tanımlarına falan girmeyeceğim ama sanırım büyük bir dilemma yaşıyoruz. Biraz yabancılaşma üzerinden gideceğim ve iki farklı açıdan ele alacağım bunu. Ama öncelikle sevmediğim bir tanımlama türüyle başlayayım. Hayat galiba, yalana doğru kaçışımızı simgeliyor. Gerçeğin farkına varıyoruz, ama bunu istemiyoruz ve uzaklaşıyoruz galiba. Ya da öyle değil pek bilmiyorum.

Dilemma, yabancılaşma ve gerçekten kaçışı birleştirceğim noktaya gelirsek; açılış cümlesiyle başlayayım. Yalnızlık, insana verilmiş en büyük nimetlerdendir. Ahh yine tanımladım ama nimet"lerdendir" işte. Çünkü insan toplumdan uzakta kaldığı bu dönemde, düşünüyor ve bazı kanılara varıyor hayatla ilgili. Nihilist bir tavırla bir çok yargıyı yıkıyor ve tanımlamayı bırakıyor aslında. Ve topluma yabancı düşüncelere sahip olmaya başlıyor. Uzaklaştıkça uzaklaşıyor ve yabancılaşıyor. Bunun benim hayatımdaki en iyi örneği Oğuz Atay'ın tutunamayanlığıdır. Çünkü yalnız kaldığı dönemde farklı ilişkiler tasvir ediyor ve varolan toplum ilişkileri bunun dışında kalıyor. Daha önemlisi biraz "yalan" kalıyor. İşte burada bu yabancılaşmanın içinde bir dilemma oluşuyor. O topluma ayak uydurmak mı? yani tutunamamanın verdiği umutsuzluk ve hüznü mü, yoksa yalnızlığı seçip, dostoyevskinin dediği gibi insanı yücelten bir acıyı mı tercih edeğiz?

Doğru olan nedir bilmiyorum, ama ikilemde kaldığım kesin. Sanırım ikincisi daha fiyakalı duruyor. Ama kendimden ve gördüklerimden biliyorum, herkes ilkini yaşıyor. Ve burada da mevzu ikiye ayrılıyor. Topluma karışan "daniel"ler(voksne mennesker filminde ana karakter) ya da bunu becerememiş Oğuz Atay'lar... Her iki türde de yabancılaşma var. Topluma karıştığın zaman yabancılaştığın şey kendi varlığın oluyor. Düşündüklerin başka, yaptıkların başka oluyor. Ve kendini bir şekilde varedemiyorsun, sadece kandırıyorsun. Mutluluk veriyor mu? kısmen evet. Ama genel bir mutluluktan söz edemeyeceğim. Onun için Özdemir Asaf der ki; "beni öyle bir yalana inandır ki, ömür boyu sürsün doğruluğu." İşte böyle bir yalana inandıysanız hayatınız boyunca mutlu olabilirsiniz. Gerisi hakkında pek olumlu düşünmüyorum.

Kötümserim, evet. Nihilizm, bir kaybetmişlik olarak algılanabilir. Varoluşçuluk, bir umutsuzluk olarak algılanabilir. Ama insanın kendini var etmesidir. Kendini yaşamasıdır. Ve en önemlisi; insan bunu yapamaz. Çünkü aciz bir varlıktır. Başkalarına muhtaç, aciz bir varlık. Yani hepimiz Alexandre Supertramp olmayı yeğleriz ama hiçkimse olamaz. Christopher Mccandles(Supertramp'in gerçek ismi) da olamadı. Ve yaşadığı şeyleri, başka insanlarla paylaşmak isterken öldü. Sanıldığı gibi yaptığı işten memnun kalmadı. Evet fiyakalı gözüküyor ama fiyaka bile başka insanlara sunduğumuz bir şeydir. Toplumdan soyut bir hayat yaşamak neredeyse imkansızdır.

Burada bir çıkmaz oluşuyor. Çözebilmiş değilim, çözemeyeceğim de. Hayata bir anlam da yüklemiyorum. Sadece zaman geçiriyorum burada. Kendime mi ya da topluma mı yabancılaşacağım, bu çizgideyim. Daha anlaşılır bir ifadeyle, hiç para kazanamadığım bir bağımsız sinema mı kuracağım, yoksa memur olup düzenli bir maaşım ve düzenli bir hayatım mı olacak? Düşünmeye bile vaktim olmayacak belki. Bilmiyorum. Uzun boylu laflar etmeyeceğim, dünya değişiyor.

Dünya beni değiştirdi. Oysa 2 sene önce onu değiştirmek için çabalıyordum. Fena sarsıldık doğrusu.

6 Şubat 2012 Pazartesi

Dindar olacağıma Tinerci olurum, daha iyi!

Ahh Erdoğan, ahh! Ne zaman haberleri görsem sinirlerimi hoplatıyorsun. Demiş ki kendileri;
"Yeni nesil dindar olmayıp tinerci mi olsun?"

Öncelikle dinle tiner arasındaki bağlantıyı çoğu insan kuramamıştır. Ben sizin için, onların istemediği bir yönden bağlantıyı kurarım. İkisi de afyondur, insanı uyuşturur. Ama tercih yapılması gereken bir şey değildir. Hee, öyle bir zorundalık hissetseydim de, muhtemelen tineri seçerdim, dini değil.

Yeni nesil dindar olmasın da şöyle mi olsun böyle mi olsun, isyan mı etsin büyüklerine. Ulan sanane lan! Sen mi karar vereceksin benim ne olacağıma. İleri demokrasi diyorsun, tanımına baktığımızda benim karar vermem lazım senin kim olacağına. Ülkeyi kimin yöneteceğine benim karar vermem lazım. Ama insanlık eğitimle beyin fuhuşuna uğruyor işte. Dindar olsun gençlik dindar. Dinle uyuşturalım, tinerle değil. Dinle uyuşanlar oyunu bize veriyor, parayı gülen cemaatine kazandırıyor.

Demokrasi mi? Devlet mi? Bunlar nedir biliyor musunuz? Bir sistem çıkar, devlet deriz buna, kendi neslini üretir. Mesela beni yetiştiren sistem, kemalist, müslüman, aile kavramına bağlı, toplumsal ahlak kurallarını benimsemiş bir insan olarak yetiştirmeye çalıştı örnek olarak. Bunun neresinde ben düşünen bir varlığım, neresinde insanım, neresinde kendi kişiliğimi yaşıyorum? Hiçbir yerinde. Tasarladıkları, uyuşturulmuş bir insanı yaşıyorum sadece. Ya da öyle yapmaya çalıştılar, ama ben olmadım. Karşı çıkmaya çalıştım, çalışıyorum. Ama hala izlerini taşıyorum onların ahlak kurallarının.

Demokrasi mi? Sonra yaratılan bu neslin kimi seçeceği zaten bellidir. Uyuşmuş bir koyun sürüsünün yaptığı seçim demokrasi falan değildir. Sonra okullarda öğretilir: "insanın hayvandan farkı düşünebilmesidir." Hadi canım. Yok öyle bir şey. Düşüncelerimizin sınırlarını çiziyorlar, çocukken kendilerine eleman olarak eğitiyorlar.

Neyse, dindar bir toplum da, akp'nin yetiştirdiği nesil işte. Kendi nesillerini yaratıyorlar. Her devletin yaptığı gibi... Özel bir şey değil yani kasmayın. Ve ben buna inatla karşı çıkıyorum, karşı çıkmaya da devam edeceğim her ülkede!

Tinerci olmanın dinle bir alakası yoktur. O çok övdükleri devlet düzenlerinin (hatta sosyal devlet diyorlar buna) bakmadığı, sokağa attığı "çocuklar"ın yönlendikleri, yönlenmek zorunda oldukları bir sonuçtur. Yani, devletin suçudur, sorunudur. Dinsizliğin sonucu değildir. Çok övdükleri neo-liberalizm onları tinerci yapmıştır.

Ama ne oldu? O kenar mahalle çocuklarını kentsel dönüşüme uyarlayamadınız mı? Atamadınız mı o sokaklardan. Atamazsınız! O çocuklar her zaman karşısınız da olacak. Çünkü sizin dininiz para. Paraya tapıyorsunuz, başka bir şeye değil. Tinercileri hedef alıyor, çünkü kentsel dönüşüm adı altında, birilerini zengin etmek istiyor. Tinercileri hedef alıyor çünkü onlar gülen cemaatine para kazandıramıyor, dindarlar gibi.

Ömer hayyam çok güzel cevaplar verirdi kendisine, "sanane lan..." diye başlardı benim gibi. Sanane lan RTE! Din tarafından uyuşturulup sana köle olacağıma, tiner tarafından uyuşurum daha iyidir. Ama ben uyuşturulmayan bir toplumu hayal ediyorum. Ben senin kurduğun korku devletinin yıkıldığı günü hayal ediyorum. Ve dindar olacağıma, tinerci olurum. Daha iyidir!

31 Ocak 2012 Salı

Özben - ÇY (Oğuz Atay'a)

kaç kişi anlardı dediğini?
ya da anladığı demek istediğin miydi?

bir kişi olsaydı, bir kişi.
yazsaydı kağıda;
"oğuz atay"

yalnızlığıyla gelseydi.

kaç kişi anlardı bunu?
ya da kaç kişi alırdı yalnızlığını yanına?

bir kişi olsaydı, utanmayaydı.
Utanmayaydı insanlığından.
Çünkü utandı insan,
yüceltti kendini.
Oysa sadece aciz bir varlıktı
başkalarına muhtaç olan.

Bir kişi olsaydı, utanmayaydı.
Alsaydı acizliğini
Gelseydi.

Gelseydi,
insan olarak.
Gelseydi,
elindeki yazıyla;
"Oğuz Atay"...

26 Ocak 2012 Perşembe

Refah Mutsuzluktur!

'belki de insan yalnızca refahtan değil,acıdan da aynı ölçüde hoşlanıyor.hatta acının mutluluk kadar yararlı olduğu bile düşünülebilir.'

hemen dostoyevski'den örnek vererek başladım ki, ciddiye alınayım değil mi? İnsan sürekli mutluluğu arıyor, arıyor, arıyor. Bulamıyor mutsuz oluyor. Buluyor mutsuz oluyor. Oysa bilmiyor, mutluluk sadece aramakta...

Yine dostoyevski der ki;
"kolomb amerika'yı bulduğunda mutlu olmadı, ararken mutluydu."

Tamam tamam çok fazla dostoyevski oldu, zaten hasta düşüncelere sahip olduğum çoktan anlaşılmıştır. Neyse mevzuyu biraz daha geniş çerçeveye oturtalım. Oturup, çayımızı koyup konuşalım.

Refah mutsuzluktur dedik. Çok net bir belgem de var elimde. Onu açıklayacağım. Dünyada refah seviyesine ulaşmış ülkelere baktığımızda İskandinav ülkeleri başta gelir. Yine farklı bir kategoride daha birincilikleri var bu ülkelerin. En çok intihar vakası bu ülkelerde oluyor. İşte bu benim belgemdir, az çok.

Bir şeye ulaştığında, yeni bir hedef belirlersin, sonra bir daha, bir daha. Ve öylece gider hep, hep bir koşuşturma... Sonra hedef kalmadığında nolur? Gidersin eczaneye, anti-depresan alırsın, o olur. Kaybedenler Kulübü'nde söylenen bir şey vardı. "Dünyanın en tepesinde tahta oturduğun zaman, soruyorsan kendine ne oldu lan şimdi diye, kaybetmişsin sen" gibilerinden bir şeydi. İşte mevzu biraz bu. Amına koduğumun dünyasında bir şeye ulaşırsan, bütün büyüsü bozulur. Çünkü artık senden yüce bir varlık değildir o. Çoğu aşk da böyle biter. Ama bir insanın peşinden sürekli koşuyorsanız, o aşk olur, hiç bitmez. Hayatını adarsınız. Sonra sizin olur, biter. Ne oldu lan şimdi dersin. Ya da aşk mevzuu da değil, kariyer bile böyledir.

İşte iskandinav filmlerini açın bakın. Dagur Kari hakkında yazı yazmıştım mesela, açın filmlerini izleyin. Hep bunun izlerini görürsünüz. Her şeye sahip olmuş, ekonomik sıkıntısı olmayan ama hayatta bir amacı da kalmamış insanları mutlaka görürsünüz. İşte orada anlarsınız ki, refah mutsuzluktur. Ama refah arayışı mutluluktur.

Komşunun çimlerinin daha yeşil gözükmesi tribi bundandır işte. Hayat da bu kadar saçma bir şeydir. Anlam yükleyenler yer yarılsın yerin dibine girsin, dostoyevski'nin yeraltından notlarını okusun orada. Anlam yoktur, saçmadır.

Neden herkes üniversite yıllarını özler? Ben o yılları yaşıyorum, bi sik yok. İşte bu yüzden özlüyorlar sanırım. Bir bokun belli olmadığı, arada derede kaldığın yıllar. Arayışta olduğun yıllar. 2 sene sonra ne olacağını bilmediğin yıllar. Ama 30 yaşındaki adam biliyor ne olacağını, o yüzden mutsuz.

Neyse iç daralttım biraz ama, yeni hedefler koyun siz, mutlu olun sürekli. Az düşünün, mutlu olun. Aman kafanızı yormayın.

13 Ocak 2012 Cuma

Deneme - ÇY

Hava giderek soğuyor, kar camdan görünüyordu. Bira ısınmadı, hep aynı kaldı. Paketteki sigara bitiyordu. Aynı zamanda çok şey bitmişti, ben bitmiştim. Bir kadın gördüm, konuşacak çok şeyi vardı ama konuşmuyordu. Konuşacak çok şeyi vardı ama konuşacak kimsesi yoktu. Kendi adıma üzüldüm.

Bir kadın gördüm, konuştuk ettik. Konuşacak bir şeyimiz yoktu ama konuştuk ettik. Sarhoş bir adam geçiyordu yanımızdan. Günlerin, ayların, yılların verdiği bitkinliği atıyordu dışına, kendinden kaçarak. Geçirdiği yılları terkediyordu, sarhoş bir adam. Bir kadını sarhoş gördüm.

Sarhoştuk hepimiz, farklı bakıyorduk. Ben bitmiştim, bitmişliğimi terkediyordum. Sonra bir şarkı çaldı; "bambaşka yerlere gidiyorken, kalktım sana geldim." Bambaşka hayatlara sahiptik, çaktırmıyorduk. Çaktırmayışımızın gizemi, tekrardan yürürlüğe koydu sevişmemizi. Sevişmemiz, ısıttı havayı. Bira ısındı, sigara geldi, çok şey başladı. Ben başladım.

Sonra gün sabaha vardı. Bir gece geride kalmıştı, çok şey geride kalmıştı. Geride kalmışlığıyla kaldı. Bir sigara yaktım, hiç bitmedi.

7 Ocak 2012 Cumartesi

Ara

Final arası verdik ama ben finallere değil başka şeylere çalışmaktayım. Şunu haber edeyim dedim; finallerden sonra illuminati hakkında uzuncana bir yazı ve bir kısa film gelecek. Ama çekimleri Rize de yapacağımızdan, size ulaşması uzun sürebilir filmin. :) Kimbilir belki de yolumuz yine İstanbullara düşer.

Söyleyeceklerim bu kadar. Bu süre içinde Mtv ve disney'den uzak durun. Blog Kafasını bekleyin.

2 Ocak 2012 Pazartesi

Sigur Ros

http://fizy.com/#s/16jyd2

hiççi bir hayatın bir hiçi. anlamsızlığın içinde, anlamsız bir anlam. bilmiyorum ben mi farklı hissediyorum ama zaman duruyor, soğuk hava kesiliyor ve kendinle çok uzaklarda bir yerlerde başbaşa kalıyorsun. başbaşa kaldın ya, bir şey konuşmaya gerek yok. anlamsız. o dolmuşluğu boşaltan bir sigur ros var.

kesinlikle müzik falan yapmıyorlar. yaptıkları başka bir şey. şarkı bittiğinde, sanki bir romanın son sayfasını kapatmış gibi hissediyor insan. doymuşluk, anlamsızlık, hiçlik. hiçbir şeyin şarkısı. ama tekrar tekrar açıp dinlemek geliyor. nasıl, anlamsız ve hiççi bir hayatı nasıl tekrar yaşamak geliyorsa içimizden anlamsız bir biçimde; sigur ros şarkıları da öyle. tekrar tekrar, tekrar tekrar...

gökyüzündeyiz, uzaklarda değil...

Dünya dönüyor, seyrediyoruz. Bir şeyler gelip geçiyor, biz duruyoruz. Sadece özbenliğimizi yaşıyoruz. Ve sonra birisi solundan dürtüyor, uzatıyor cigarayı... Sıra sende...