27 Şubat 2012 Pazartesi

Yabancılaşma ve Dilemma

Hayat şudur, x yaparsan y olur tanımlarına falan girmeyeceğim ama sanırım büyük bir dilemma yaşıyoruz. Biraz yabancılaşma üzerinden gideceğim ve iki farklı açıdan ele alacağım bunu. Ama öncelikle sevmediğim bir tanımlama türüyle başlayayım. Hayat galiba, yalana doğru kaçışımızı simgeliyor. Gerçeğin farkına varıyoruz, ama bunu istemiyoruz ve uzaklaşıyoruz galiba. Ya da öyle değil pek bilmiyorum.

Dilemma, yabancılaşma ve gerçekten kaçışı birleştirceğim noktaya gelirsek; açılış cümlesiyle başlayayım. Yalnızlık, insana verilmiş en büyük nimetlerdendir. Ahh yine tanımladım ama nimet"lerdendir" işte. Çünkü insan toplumdan uzakta kaldığı bu dönemde, düşünüyor ve bazı kanılara varıyor hayatla ilgili. Nihilist bir tavırla bir çok yargıyı yıkıyor ve tanımlamayı bırakıyor aslında. Ve topluma yabancı düşüncelere sahip olmaya başlıyor. Uzaklaştıkça uzaklaşıyor ve yabancılaşıyor. Bunun benim hayatımdaki en iyi örneği Oğuz Atay'ın tutunamayanlığıdır. Çünkü yalnız kaldığı dönemde farklı ilişkiler tasvir ediyor ve varolan toplum ilişkileri bunun dışında kalıyor. Daha önemlisi biraz "yalan" kalıyor. İşte burada bu yabancılaşmanın içinde bir dilemma oluşuyor. O topluma ayak uydurmak mı? yani tutunamamanın verdiği umutsuzluk ve hüznü mü, yoksa yalnızlığı seçip, dostoyevskinin dediği gibi insanı yücelten bir acıyı mı tercih edeğiz?

Doğru olan nedir bilmiyorum, ama ikilemde kaldığım kesin. Sanırım ikincisi daha fiyakalı duruyor. Ama kendimden ve gördüklerimden biliyorum, herkes ilkini yaşıyor. Ve burada da mevzu ikiye ayrılıyor. Topluma karışan "daniel"ler(voksne mennesker filminde ana karakter) ya da bunu becerememiş Oğuz Atay'lar... Her iki türde de yabancılaşma var. Topluma karıştığın zaman yabancılaştığın şey kendi varlığın oluyor. Düşündüklerin başka, yaptıkların başka oluyor. Ve kendini bir şekilde varedemiyorsun, sadece kandırıyorsun. Mutluluk veriyor mu? kısmen evet. Ama genel bir mutluluktan söz edemeyeceğim. Onun için Özdemir Asaf der ki; "beni öyle bir yalana inandır ki, ömür boyu sürsün doğruluğu." İşte böyle bir yalana inandıysanız hayatınız boyunca mutlu olabilirsiniz. Gerisi hakkında pek olumlu düşünmüyorum.

Kötümserim, evet. Nihilizm, bir kaybetmişlik olarak algılanabilir. Varoluşçuluk, bir umutsuzluk olarak algılanabilir. Ama insanın kendini var etmesidir. Kendini yaşamasıdır. Ve en önemlisi; insan bunu yapamaz. Çünkü aciz bir varlıktır. Başkalarına muhtaç, aciz bir varlık. Yani hepimiz Alexandre Supertramp olmayı yeğleriz ama hiçkimse olamaz. Christopher Mccandles(Supertramp'in gerçek ismi) da olamadı. Ve yaşadığı şeyleri, başka insanlarla paylaşmak isterken öldü. Sanıldığı gibi yaptığı işten memnun kalmadı. Evet fiyakalı gözüküyor ama fiyaka bile başka insanlara sunduğumuz bir şeydir. Toplumdan soyut bir hayat yaşamak neredeyse imkansızdır.

Burada bir çıkmaz oluşuyor. Çözebilmiş değilim, çözemeyeceğim de. Hayata bir anlam da yüklemiyorum. Sadece zaman geçiriyorum burada. Kendime mi ya da topluma mı yabancılaşacağım, bu çizgideyim. Daha anlaşılır bir ifadeyle, hiç para kazanamadığım bir bağımsız sinema mı kuracağım, yoksa memur olup düzenli bir maaşım ve düzenli bir hayatım mı olacak? Düşünmeye bile vaktim olmayacak belki. Bilmiyorum. Uzun boylu laflar etmeyeceğim, dünya değişiyor.

Dünya beni değiştirdi. Oysa 2 sene önce onu değiştirmek için çabalıyordum. Fena sarsıldık doğrusu.

0 yorum:

Yorum Gönder