üyük ev ablukada'nın en vurucu sözlere sahip 2 şarkısından biri "evren bozması". Diğeri de "en güzel yerinde evin" ama onla ilgili değil tabi bu yazı, "yakınlarda bir gezegende unuttuğum tüm şeyler"le alakalı.
devrimciler gidip filmde sıkılırken, filmden çıktıktan sonra "mutlaka izleyin bu hikayeler gerçek, f tiplerinde olanları görün" falan diyebilirler ama çok net biliyorum filmde sıkıldılar. çünkü evet anlatmak istenilen şey güzel ama ortaya çıkan şey değil.
Gezi direnişinin ilk gününden beridir sokaklardayız. Evimize dahi birkaç kez girebildik, uykuyu dahi birkaç saat yaşayabildik. Süreç boyunca da "nereye gidiyoruz"u tartışıp durduk. İlk günlerde bu kadar insanın bir araya gelmesinden duyulan şaşkınlık vardı, şimdi de sürecin nereye gideceği tartışılır durumda. Ben bu yazıda gezi direnişini anlatmaktan ziyade, direnişin nerelere varabileceğini ve direnişin arka planında neler olduğunu, neler yapmamız gerektiğini yazacağım. Biraz uzun bir yazı olacaktır ama mümkün olduğunca kısa tutmaya da çabalayacağım. Yazı da bazı kaynaklar da sunacağım, bilginizin olmayabileceği bazı konulara da değineceğim. Lütfen bu yerleri atlayarak geçmeyiniz. Çünkü direnişin nereye evrildiğini anlamak, süreci kontrol edebilmek açısından önemli bir yazı olacak. Bu süreçte gördük ki, ülkemizin en büyük problemlerinden biri de cehalet. O yüzden okuyarak ve bilgi sahibi olarak bu süreçte kazanıma ulaşmalıyız. Eğer bunları es geçersek başımıza gelecekler bu videoda:
Mısırlı aktivistin biz direnişçilere gönderdiği mesaj, aslında en önemli gündem konumuz. Bize düşen bu mesajı en ince ayrıntısına kadar doğru algılamak. Benim bu yazıyı yazmamdaki amaç da bu. Mısırlı direnişçinin ağzından bir kaç söylemi tırnak içine alıyorum:
Kıbrıs'ta Occupy Buffer Zone hareketi
Bu tüm dünyada geçerli olan "tek sistem"le ilgili
"Tek el"
Sahte zaferlere inanmamalıyız. Her zaman planları olacaktır.
Yazımın devamında bu konuları ele alacağım. Şimdi yazıya başlayayım. Öncelikle Gezi direnişinin sebebini çok kısa olarak çağımızın yaşayan tek filozofu Zizek'in sözleriyle açıklayalım:
"...bu protestolar, serbest piyasanın toplumsal özgürlük anlamına gelmediğinin, ancak otoriter politikalarla bir arada bulunabileceğinin canlı kanıtıdır. Bu protestoların neden dünya çapında kurulu düzeni sarsan aynı küresel ajitasyonun bir parçası olduğunun da göstergesidir bu... "
Bu sözler, Türkiye'de ve diğer ülkelerde başlayan direnişlerin en basit açıklaması aslında. Yani direnişlerin başlaması gayet doğal bir süreç. Ben burada direnişi şu başlattı, bu başlattı geyiğine girmeyeceğim. Ancak tıpkı Mısır'da olduğu gibi, bu tip direnişler zaman içinde "yönetilerek" ve "yönlendirilerek" sisteme kanalize edilmiştir. O yüzden bu direniş sürecinde yönetilmeye ve yönlendirilmeye karşı bilinçli olmalıyız. Ben bu yazıda buna değineceğim.
Gezi parkı'na müdahalenin olduğu ilk gün sosyal medyada #direngezi hashtag'i üzerinden bir örgütlenme oldu. Ancak bu hashtag twitter'da dünyaya sesini duyurabilmek için bir anda #occupygezi halini aldı. Meali: "Gezi'yi işgal et". Peki neden diren kelimesinin meali olarak "resist" sözcüğü değil de occupy sözcüğü kullanıldı? İşte bu ilk sorumuz. Bunu kimlerin başlattığını bilmiyorum ama neye hizmet ettiğini biliyorum. Sikkofield yayınladığı makalesinde occupy hareketini anlatıyor, okumak için buraya tıklayın.
Ben zaten yazılmış olan şeyleri tekrardan yazarak zaman kaybetmeyeceğim, lütfen kaynakları okuyun. Az önce Beyaz TV'de Melih Gökçek(yayını çok az izleyebildim ama gördüğüm kadarıyla), OTPOR'a ve SOROS'a yüklendi. Gezi direnişinin başladığı zamanlarda Tayyip Erdoğan bir konuşmasında Wall Street eylemlerini örnek göstererek o eylemin arka planında yer alanlara yani OTPOR'a yüklendi. Burada Wall Street eylemlerini ve ilk kez hashtag olarak karşımıza çıkan #occupywallstreet'i iyi anlamak gerekiyor.
Occupy sloganı ilk kez 2011 yılında Wall Street eylemi için kullanıldı. Az önce verdiğim kaynak Occupy sloganı arkasındaki yapıları deşifre ediyor. "Occupy Wall Street" eylemlerinin başını OTPOR-CANVAS çekiyordu. OTPOR, Balkanlarda ortaya çıkmıştı ve Yugoslavya'yı parçalayan "sivil" direnişleri örgütlemişti. ABD'nin "devrim" planlarını gerçekleştiren bu örgüt daha sonra isim değiştirerek farklı ülkelerdeki "sivil" operasyonlarda da kullanıldı. CANVAS, OTPOR'un kurucuları tarafından kuruldu ve OTPOR çalışmalarını yine sürdürdü.
"Sivil direnişler". Bizim yaptığımız direnişe ne çok benziyor değil mi. Tekrar edeyim, bu direnişin OTPOR tarafından ortaya çıkarıldığını düşünmüyorum ancak bu tip yapılanmalar şuan bu direnişi yönetmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bunu diğer ülkelerde başardılar ve Türkiye'deki amaçları da bu. İşte yönetmeye çalıştıklarına dair kanıtlar bu makalede mevcut. Tıklayınız... Not: Mısırlı aktivistin ilk maddesi: Occupy hareketi.
Ayrıca Gezi Parkı'nda yaşadığım bir anımı anlatayım. Subliminal mesajları az çok araştırırsanız görürsünüz "obey" kelimesi sürekli olarak bilinçaltına verilen subliminal mesajlarda yer alır. Meali: itaat et. "They Live" adında bir film var ve bunu konu ediniyor. Filmin başkahramanında bir gözlük var ve o gözlüğü taktığında reklamların altındaki subliminal mesajları görüyor.
Reklam:
Gözlüğü takıyor,
ve sonuç,
Aslında Gezi Parkı direnişi dışındaki bir konu ama olsun, destekli bir anlatım olsun diye caps koydum. Gelelim anıma. Bugün ABD'den Avrupa'ya yayılan, tıpkı bir marka gibi, "obey" yazılı şapkalar türedi. İlk günlerde böyle bir genç görmüştüm Gezi'de ve dalga geçmiştim. Ancak daha sonraki günlerde başıma bir olay geldi. İtaat etmediği için sokaklara dökülen halka beş on kişilik bir grup "obey stickerları" dağıtıyordu. Ben bunun çok masum olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Yani buradaki sürecin kontrol edilmeye çalışıldığını aslında o gün kavradım. Tabi bu subliminal mesaj konularına kafa yormayanlarınız bu konuyu pek önemsemeyip geçecektir. Ben de fazla uzatmayıp asıl mevzumuza geri dönüyorum.
Gelelim Mısırlı aktivistin ikinci maddesine. "Bu dünyada geçerli olan tek bir sistemle ilgili". Aslında Zizek'in sözleri bunu çok iyi açıklıyor. 2011 yılında bir konferans yapılıyor ve o konferansta geleceğin en büyük ekonomik gücü olacak ülkeler tartışılıyor. Bu ülkelerin de başharflerinden bir isim türetiliyor. TİMBİ. Yani, Türkiye, İndia(Hindistan), Meksika, Brezilya, İndonesia(Endonezya). Şuan bu ülkelere baktığımız zaman hepsinde isyan olduğunu görürüz. Bu isyan Zizek'in ve aktivistin bahsettiği serbest piyasa sistemiyle, otoriter güçlerle, özgürlüklerle ilgilidir. Şuan sadece Meksika'da tam anlamıyla bir direniş başlamadı ancak 2 tane deneme yaşandı. Orada da en kısa zamanda bir direniş başlayacaktır. TİMBİ diye tabir edilen ülkeler ekonomilerini geliştirirken otoriter yapılarıyla da halka tam anlamıyla zulüm yaşattı. Bizler bugün bu düzene karşı ayaklanırken, sistemin oyununa gelerek, sistemin istediği yere evrilmemeye dikkat etmeliyiz.
Ted Kaczynski'nin "Ahmaklar Gemisi" adında çok başarılı bir öyküsü vardır. İsteyenler okuyabilir. Orada anlattığı gemi bugünkü dünyaya çok benzer. Ortada "asıl" sorun dururken gemideki insanlar "başka" sorunlarla uğraşır ve hak ararlar. Kaptan -yani iktidar- onlara birtakım haklar vererek isyanlarını bastırır, ama tam anlamıyla bir hak kazanımı olmaz. İnsanlar bu haklar peşinde koşup dururken "asıl mevzu"yu es geçerler ve sistemin oyuncağı olurlar. Oysa sistemi yıksalar, istediklerini alacaklardır. Asıl mevzuya başkaldırmadıkları için de kötü son yaşanır ve gemi batar. Ben bu hikayeyi çok severim ve geminin batmaması için bu yazıyı yazıyorum. Bizi boş mevzulara ve söylemlere yöneltmeye çalışıp, asıl amacımızdan saptırmaya çalışanlar olacaktır. Mısırlı aktivistin başına gelenler bize tecrübe olmalı ve üzerimizde oluşacak her türlü otoriter yapıya karşı gelmeliyiz. Aktivistin dördüncü maddesinde söylediği, "her zaman planları olacaktır" sözünü beynimize kazımalıyız. Artık halk olarak söz söylemenin zamanıdır.
Şimdi TİMBİ ülkelerinin içinden Türkiye'yi çekip buraya yönelelim. Tayyip Erdoğan sürekli olarak Amerika'ya ve "dış mihraklar"a yükleniyor. Çoğumuz saçma buluyor bunu. Evet saçma gerçekten, çünkü biz kendi insiyatifimizle sokaklara çıktık. Ancak ne Tayyip Erdoğan gerizekalı, ne de dış mihraklar. Dediğim gibi, bunu kullanmaya çalışacaklar. Gezi direnişinden bir ay önce Tayyip Erdoğan Amerika'yı ziyaret etti ve bir konferansta Emine Erdoğan'a kitap armağan edildi. İşte o kitap:
Kitapın adı çok açık: "Diktatörlüğün Psikolojisi". Emine Erdoğan burada eblek eblek gülüyor belki ama RTE bu kitabı görünce nasıl sinirlenmiştir merak ediyorum. Mesaj da çok net ve Tayyip'in o mesajı aldığını konuşmalarından çok iyi anlıyorum. Bugün CNN İnternational ve birçok dış medya Tayyip'e diktatör diyor. Tayyip'i öve öve bitiremeyen İngiliz Ekonomi Dergileri (ki bunlar çok önemlidir) Tayyip'i sultan olarak yayınlıyor, dalga geçiyor, anti-demokratik diyor. ABD yaşanan süreçte iktidara olan tepkisini gösteriyor. Dünyanın her yerinden (aralarında çok da özgür olmadığını düşündüğüm sanatçılar var) Gezi direnişçilerine destek mesajları yağıyor. Bunlar basit şeyler değil. Burada "dış mihraklar" ile AKP arasında bir savaş söz konusu. Bunu en iyi ve ayrıntılı şekilde ele alan makaleyi de lütfen buraya tıklayarak okuyunuz.
Tayyip 11 senelik iktidarlığı boyunca çok güç topladı. Aslında gezi parkı'nı yıkarak yapmak istediği şey de bu gücün bir temsili. Bunu anlamak için de buraya tıklayarak makaleyi okuyunuz. ABD bu tip mevzularda hiç boş durmadı ve gücü eline almış her türlü iktidarı kendi yönettiği devrimlerle indirdi. Son yıllardaki vaziyete baktığımızda bunu anlamak zor değil. ABD ve Gülen cemaati ifade özgürlüğüne önem verdiğini söylüyor, AKP içindeki cemaatçi tayfa "mesaj alınmıştır" diyor ancak Tayyip her konuşmasında daha sert konuşuyor, hem çapulculara hem de "dış mihraklar"a kafa tutuyor. İşte buradaki güç savaşını doğru algılamak gerek. ABD'nin bu olaylarda bir taraf olduğu aşikar. Benim en büyük korkum direnişin -tabiki de istemeyerek- buna hizmet etmesidir. Açıkçası Arınç'ın ve Gül'ün açıklamalarından almış olduğum alt mesaj pek iç açıcı değil. ABD gücü eline alan bu tip "diktatör"leri tahtından indirmiştir, halkın eline vermiştir. Yakın tarihte bunu gördük. Demokrasinin olmadığı yerlere demokrasiyi götürmüştür. Arınç ve Gül'ün konuşmalarından aldığım alt mesaj da - bu tabiki benim düşüncem- tıpkı Mısır'da ordu tarafından gücün devam ettirildiği gibi, Gülen Cemaatinin -el değiştererek- gücü tekrardan kendi eline alma çabasıdır. Tabi burada bir diktatör feda edilerek halkın gözü boyanarak güç yenilenecek yada el değiştirilecek. Tabi bu sadece bir düşünce, 10 aylık süreçte nelerin olacağını daha iyi göreceğiz.
"Ne ABD ne AB, tam bağımsız Türkiye" senelerden beridir sol örgütlerin en çok kullandığı sloganlardan biridir. Ama ne gezide, ne forumlarda, ne sokaklarda ben bu slogana rastlamadım. Slogan atıldıysa da çok az atılmıştır. Nedenini bilmiyorum. Ama bu sloganı atmalıyız diye düşünüyorum. Yanlış anlaşılmasın buradan ideoloji propagandası falan yapmıyorum ancak karşı çıktığımız şeyin kökeninde bu da vardır. İçerisinde bulunduğumuz hal, ABD'nin orta doğu projesinin sonuçlarından biridir. Neyse, siyasete pek girmeden arka plana devam edelim.
Şimdi dış mihrakları bırakıp ülkemize dönelim. Tayyip Erdoğan bu günlerin en büyük provokatörü ve her konuşmasında ülkeyi iç savaşa sürüklüyor. Önce "evlerinde zor tuttuğumuz %50 var" dedi. Sonra o insanlar "yol ver gidelim, taksimi ezelim" dedi. Hepimiz kin duyduk bir anda değil mi? "Onlar"da bize kin duydu tabiki. İşte bunlar da Tayyip'in planları. Bu plana karşı da önlem almalıyız ama bunun nasıl olduğu hakkında fikrim yok, oturup tartışmalıyız. 16 Haziran tarihinde AKP mitinginde Tayyip halkı gaza getirdi ve akşamında Cihangir taraflarında eli sopalı AKP'liler arkalarında çevik kuvvetle beraber benim de içinde olduğum bir gruba saldırdı. "Duranadamakarşıduranadamlar" türedi. "Onlar" ve "biz" olarak ikiye ayrıldık. Onlar saldırdı, biz facebook'ta "hüloooğ"larla "başbakanın götünün kılıyım"larla dalga geçtik. Şunu söyleyeyim; bu bize bir şey kazandırmaz, gittiğimiz yer iç savaş olur sadece. Bu da insanların ölmesi demektir. O yüzden ben "biz" ve "onlar" kelimelerini kullanmayacağım, size de bunu öneririm. Karakterimde olmasa bile gidip o insanlara durumu izah etmeye çalışacağım. Çünkü cehalet en büyük düşmanımız ve Tayyip bunu kullanıyor. Onun oyununa gelmeyip, bu oyunu bozmalıyız.
Bir ek bilgi olarak, Nietzsche der ki; ''Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır! Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir!"
Söyleyeceklerim bu kadar. Yazıyı okuduğunuz için teşekkür ederim. Bu süreçte başarıya ulaşmak istiyorsak aramızda paylaşımlarda bulunup direnişi güçlendirmeliyiz. Bu yazının amacı da bu. Mısır'ın ve diğer ülkelerin düştüğü hatalara düşmemek için bilgili olmalıyız. O yüzden bu yazıyı lütfen yaymaya çalışın. Arkadaşlarınıza okutun. Gerek direnişçiler, gerekse AKP tarafında olanlar bu yazıyı okusunlar. Ben bu söylediğim şeylerin doğruluğunu yada yanlışlığını belirtmiyorum. Sadece dikkat etmemiz gereken noktalar var diye bunları yazma ihtiyacı hissettim. Bu düşünceler adına yada direnişle ilgili başka bilgiler ile paylaşımlarda bulunursanız, görüşlerinizi iletirseniz sevinirim. Daha sağlam yol almış oluruz. Mail adresim; cgkn_yapici@gmail.com
Son olarak; Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert ve Mehmet Ayvalıtaş bizim yürüdüğümüz yolda hayatlarını feda etmişlerdir. Onların yürüdükleri yol bize miras kaldı. Bu mirası onurlu bir şekilde taşıyabilmek için özen göstermeli ve dikkatli olmalıyız. Bu yolda yürüyen herkese bin selam. Umarım güzel günler görürüz, güneşli günler... Bunun için dikkatli olalım.
Saygılar.
Edit-ekleme: İnternette dolaşırken bir OTPOR belgeseline rastladım ve burada onu paylaşmak istedim. Mısır'daki olayları açıkça anlatıyor ve ülkemizde de her konuda olmasa bile birkaç ortak nokta bulmak mümkün. Sembolleri konusunda da şunu söyleyeyim, bir yanlış anlaşılma var. Her türlü yumruk OTPOR anlamına gelmez. OTPOR yumruğunun bir şekli vardır aynı şekil çeşitli ülkelerde kullanıldı. Mesela: Dev-Yol yumruğunu görünce ahanda OTPOR falan demeyin, alakası yok. Eylemlerin şeklinden zaten her şey anlaşılabilir. İşte OTPOR belgeseli:
13.06.2013
tarihli Vatan Gazetesi’nde bir gazetecinin Gezi Parkı’nda yaşadığı tecrübesine
rastladım. Yazının sahibi olan Mine Şenocaklı’ya bir mail gönderdim ve yaptığım
bu paylaşım aslında sadece ona değildi. Dolayısıyla blog adresimde de paylaşmak
istedim. Şu süreçte pek evimde bulunamadım. Yaşadıklarımı anlatacağım demiştim
ama anlatamadım. Bu mail'le de anlatabildiğimi düşünmüyorum tabi. Kısa bir şekilde değindim yaşadıklarıma ama sahip olduğu ruh açısından önemli buluyorum bu mail'i. Ufak ve kısa bir mail, okumanızı isterim. İşte mail’im;
“Merhaba,
Bugün
yazınızı okudum ve benzer şeyleri yaşadığım için gözlerim doldu. Ben de
yaşadığım korku dolu anları size yazmak istedim. Şunu söyleyeyim, biber
gazından dolayı defalarca gözlerim yaşardı ancak daha fazla gözyaşını Taksim'de
görmüş olduğum dayanışma için akıttım. Beni duygulandıran ve gururlandıran bu
insanlarla da paylaşıma girmekten büyük zevk duydum süreç boyunca. Bu sebeple
size de yazmak istedim yaşadıklarımı.
Tıpkı
sizin gibi ben de ölmekten korktum günler önce. Gördüklerimi ancak orada
olanlar ve bu şiddete maruz kalanlar anlayabilirler. Hatta bu şiddete maruz
kalmayan kişiler, belki sizin kaleme aldığınız hadiseden pek fazla etkilenmemiş
olabilir. Ama ben aynı şeyleri yaşayan ve o korkuyu tadan biri olarak yazınızı
ağlayarak okudum. Kelimelerinizi okurken yaşadığım korku dolu anları gördüm
hep. Şimdi hayatımda ilk kez bir köşe yazısı için bir yazara mail atıyorum,
umarım okursunuz.
Direnişin
Beşiktaş'a yansıdığı, akaretlerin savaş alanına döndüğü, meşhur dolmabahçe
camii olayının olduğu günlerde ben de oradaydım. Dolmabahçe tarafında halka
beraber yürürken arkamızdan toma'ların adeta bizi ezmek için üstümüze
sürüşlerini, önümüzden gelen gaz bombalarıyla bizi araya sıkıştırıp bütün
hınçlarıyla saldırışlarını gördüm. GÖRDÜM! Gördüğüm için biliyorum. Siz de
biliyorsunuz. Resmen bizi öldürmek için oradalardı, hissediyordum. Biber
gazından kafası yarılan birçok insanın arasında kendimizi korumaya çalıştık,
korkunç dakikalardı. Daha önce hiç kullanılmayan, çok ağır ve rengi olmayan bir
gaz yedik. Bayılanlar, fenalaşanlar, yaralananlar, birçok şey gördüm. Ağladım.
Biber gazından, polisin bu şiddetinden ve halkın mükemmel dayanışmasından
ağladım.
Orada
hissettiklerim aynen şöyleydi: "şuan birkaç kişi ölmüştür, birkaç saat
içerisinde de biz ölebiliriz." Bu duyduğum sadece korkuydu ve bir şekilde
oradan kaçmayı başardık. Daha sonra ilerleyen saatlerde metrobüs durağındaydık
ve 25 yaş civarında bir genç koşarak bize doğru geldi ve sarıldı. Ağlıyordu.
Eli, ayağı titriyordu ve krize girip bayılmak üzereydi. Gezi'de öğrendiğimiz az
biraz bilgiyle ilk yardımda bulunduk ve sonra o genci dinledik. Anlattıkları
kanımı dondurdu. Aynı bizim gibi o da oradaymış ama kaçamamış. Bir kafeye
sığınmışlar. Aradan epey zaman geçtikten sonra kendi aralarında karar alıp,
nefeslerini tutarak kaçmayı planlamışlar. Kafeden çıktıkları anda kafalarına
biber gazı yağmış. Gencin anlattığına göre tam yanında koşan birinin kafasına
denk gelmiş. "Yerde can çekişerek çırpınışını ve ölüşünü izledim"
dedi bize. "O olmasaydı, benim kafama isabet edecekti ve ben ölecektim.
Biz ne yaptık abi bunlara? Bu kin ne? Bizi neden öldürmeye çalışıyorlar"
dedi. Geçirdiği sinir krizi artık beni de esir almıştı. Çünkü orada yaşananları
biliyordum. Siz de biliyorsunuz artık, anlarsınız. Muhtemelen o genç ölmedi,
bir hastanede kurtarıldı ama ölebilirdi. Ölebilirdik orada, bunu çok net
hissettim. O gün ölebilecek olmamdan korktum. Daha 22 yaşındayım, ölümden
korkmak ne demekmiş anladım.
Ben
bu yaşadıklarımın hiçbirini unutmadım, unutamayacağım. Geceleri rüyalarıma
giriyor. Bazı günler gözlerim dalıp gidiyor o yaşadıklarıma. O aslan gibi
gencin hüngür hüngür ağlarken söylediği sözler geliyor aklıma. Cidden biz bu
insanlara ne yaptık? Şimdi bir de ben sorayım; Biz bu yaşadıklarımızı nasıl
unutacağız?
Açık
konuşayım, ben o gün polise kin besledim. Yaşadıklarınızdan dolayı etkilenen
psikolojiniz ile dediğimi anlayabilirsiniz ama yine açık konuşayım, gezi
parkındaki dayanışma ve tutum benim bu hislerimi düzelten taraf oldu. Biz
direnişçiler olarak dünyaya ders verdiğimizi söylüyoruz ama aynı zamanda bizler
de orada birçok ders alıyoruz. Ben orada saygı duymayı, beraber ve "insan
olma hassasiyeti" ile yaşamayı öğrendim. Normalde vatan gazetesi okuyan
bir insan değilim, bugün elime geldi ve tesadüfen okudum sizi. Eskiden
araştırıp kim olduğunuzu, neci olduğunuzu araştırırdım ama bugün umurumda değil
bu. Ben geziden bunu öğrendim ve sizi bu dayanışma ile selamlamak istiyorum.
Siz
bayılmışsınız, geçmiş olsun. Ben de tam bayılmak üzereyken, kollarıma iki kişi
girdi ve kurtardı beni. Oradaki dayanışmada yer alan ve bizi kurtaran bütün
insanlara da gönderdiğim selamı sizle paylaşmak isterim. Bugün yine
Taksim'deyim. Onları görünce duygulandım tekrardan ama bu kez piyano ile
"karlı kayın ormanı" söylenmesine doldu gözlerim. Yazımın başında
dediğim gibi gözlerimizi dolduran tek şey biber gazı değil. Biz yalancı ve
hissiz insanlar değiliz, çapulcu ve güzel insanlarız. Ben size yazmak istedim
çünkü gözlerimizi dolduran bu diğer şeylerin varlığını da görmek sizi mutlu
edecektir diye düşünüyorum.